21 Temmuz 2015 Salı

GDO + Yapay virüs ve hastalıklar 'Gıdayı kontrol edersen, insanları kontrol edersin'




2. Dünya savaşından bir süre önce bir aile, diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan "kara altın petrol"e dayanıyordu. Bu aile ile ilgili olağan dışı olan ise, ailenin sadece petrole değil, başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji, ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.

Bu Çalışmanın Amacı: GDO

Bu kitapta ele alınan ana konu olan "genetiği değiştirilmiş organizmalar"; ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir. Savaşın Amerikan zaferiyle bitmesiyle başlayan 30 yıllık güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir. Ancak işin maliyeti, tüm dünyayı etkilemiştir.


Kalıtım Mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için, 2. Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün, dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.
George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı "yeşil devrim" sayesinde, Petro-Kimyasal Gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı.

Yüz yılın başında gerçekleşen 4 çok uluslu dev şirket birleşerek, dünya üzerinde çoğu insanın temel besinlerinin; pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuğun kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir. Dört özel şirketin üçünün, Pentagon'la kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı.

"Amaçları: Mutlak Dünya Hakimiyeti Kurmaktır"

Mayıs 2003'de Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında, ABD başkanı, GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi. ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünya'nın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel planın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.

Her ne kadar Almanya, Fransa, Yunanistan ve Avusturya gibi AB ülkeleri, diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine, sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalarda, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'nin toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.


ABD ve İngiliz ordularının, Irak'ı işgaliyle birlikte Washington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları, ABD Tarım Bakanlığı'nın bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. Rockefeller ailesinin İlk büyük çaplı deneyi, 90'ların başında yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de gerçekleşmiştir..


Tarımsal verimlilik ve Dünya'nın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kar yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler, kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para, onların yaratmaları ya da yok etmeleri için bir araçtır.


Amaçları, daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi "mutlak dünya hakimiyeti"dir. Kontrol edilmezlerse, 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi, büyük önem arz etmektedir..

Erken GDO Araştırmaları ve Baba Bush

İlk GDO düzenlemeleri Reagan'ın idaresinde başlatıldı ve DNA ve RNA araştırmalarında, ABD zaten bir numaraydı. Bu dönem de hükümet biyo-teknoloji ve tarım işlerinde aşırı bir partizanlık gösterdi.




Sağlık ve güvenlikten sorumlu pek çok hükümet mercii görevlerinde başarısızdı. ABD'deki ilk GDO ürünü piyasaya sürüldüğü zaman Reagan idaresi, kapılarını, kalıtım güdümleme (hileli yönetimle) ilgilenen Monsanto ve diğer özel şirketlere açmaya hazırlanıyordu. Bu konunun kilit ismi sonradan başkan seçilecek olan eski CIA başkanı George Bush'du. 

"Monsanto" ve "Özde Denklik" Dolandırıcılığı

1986'da Bush, Monsanto şirketinin yöneticileriyle Beyaz Saray'da stratejik bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Eski Tarım Bakanlığı görevlisi Claire Hope Cummings'e göre gazetelere yansımayan bu toplantının amacı, ortaya çıkmakta olan biyo-teknoloji endüstrisinin "denetimsizleştirilmesi" idi. Monsanto'nun daha önceleri de hükümetle ilişkileri olmuş, Vietnam savaşı sırasında Turuncu Madde isimli ölümcül bir bitki ilacı üretilmişti. Ayrıca uzun bir rüşvet, dolandırıcılık ve örtbas sicili bulunmaktaydı.

Dr. Pribly o zaman Ulusal Gıda ve İlaç İdaresinde (FDA) çalışan 17 hükümet bilim adamından biriydi ve çalışmalarından biliyordu ki, bir bitki hücresine yeni bir gen yerleştirildiğinde istemeden de olsa, yeni zehirler (toksin) ortaya çıkabiliyordu. 1992'de Bush, Pandora'nın kutusu (GDO) açmaya hazırdı. Başkan GDO gıdalarının diğer sıradan bitkilerle (mısır, soya fasulyesi, pirinç ve pamuk) "özde denk" olduğunu bildirdi. "Özde denk" olan bir gıda için, hormon veya zehir testleri yapmaya ne gerek vardı? Birçok konuda hükümetin düzenleyici kurumları, yeni ürünün zararlı olmadığına hükmederek, sadece gerekli bilgileri onlardan temin ettiler ve bu kurumlar asla dev şirketlerin üstüne gitmediler.


GDO Projesine Düşen Bomba

110 günden fazla bir süre GDO'lu patateslerle beslenen farelerde, gözle görülür bir farklılık oluşmaya başladı. Aynı deneyde, normal patatesle beslenen farelere göre daha küçük ve kilo olarak da daha zayıflardı. Asıl dehşet verici durum deneklerin, kalp, beyin ve ciğerlerinin de küçük olmasının yanı sıra bağışıklık sistemlerinin de zayıflamış olmasıydı. Pusztai, bu durum karşısında çok tedirgin olmasına rağmen, TV'de yayınlanan bir program öncesi son verileri açıklamadı. Daha sonradan yaptığı açıklamada, halkı paniğe sevk etmek istemediğini belirtti.


Clinton, Blair ve "Politik Bilim"

Pustzai'in bulguları, karanlıkta kalmış gerçekleri su yüzüne çıkardı. Rowett'teki eski iş arkadaşları, Pusztai'nin, James tarafından susturulma emrinin, Başbakan Blair'dan geldiğini bildiklerini söylediler. Blair, ne pahasına olursa olsun Pusztai'nin susturulması emrini vermişti. Blair'e de bu komut, ABD Başkanı Clinton'dan gelmişti. James de, işini ve kuruluşun alacağı mali desteği kaybetmemek için, eski meslektaşını bir kalemde siliverdi.

Orskov'un elindeki bilgi bomba niteliğindeydi. Demek ki gizli bir şirketin menfaatleri, Amerikan ve İngiltere Başkanı'nı seferber edebiliyordu. "Monsanto"nun bir telefonu, dünyanın önde gelen bilim adamlarının saygınlığını yok edebiliyordu. Bu GDO'nun, dünyada hızla yayılmasına önayak olabileceği gibi, bilimin, gelecekteki bağımsızlığına ve akademik özgürlüğüne gölge düşürebilirdi.

Kurnaz Rockefeller

ABD Başkanı olabilmek için yanıp tutuşan eski New York valisi Nelson Rockefeller, o dönemin güç oyunlarında en belirleyici figürlerden biriydi. Nelson Rockefeller, kardeşleri David, Laurance, Winthorp ve John'la birlikte pek çok vakıf ve vergiden muaf dernek yönetiyordu. Ekonomik buhranın etkili olduğu 70'li yılların başlarında, bazı nüfuzlu ailelerdeki belli kişiler, ABD'nin küresel politikalarında önemli değişiklikler yapmasına karar vermişlerdi. Rockefeller ailesinde politika ve iş dünyasında en ayrıcalıklı kişiler, David ve Nelson Rockefeller'dı. Ailenin güç merkezleri de, 1. Dünya savaşı sonrası New York Belediye Meclisi Dış İlişkiler Konseyiydi.


Rockefeller, ABD güç merkezini oluşturmaktaydılar. Aile ve aileye bağlı pek çok vakıf, Amerikan tarihi boyunca yönetim, eğitim ve özel sektörde başka bir ailenin olmadığı kadar hâkim olmuştu. Dışişleri Bakanı Kissinger, aile tarafından seçilmiş ve himaye altına alınmış, 1950'lerin sonunda Rockefeller Vakfı'nda çalışmaya başlamıştı.

Brezinski ve "Üçlü Komisyon"(TC)

Bu yeni ve üst düzey teşkilatın düşünce yapısı, konseyinkiyle çok benzemekteydi. Yalnızca Avrupa'nın politik elitini değil, David Rockefeller ve Maine'den komşusu Zbigniew Brezinski arasındaki konuşmaların sonucu, artık Japonları da bünyesinde bulundurmaktaydı. Brezinski, Columbia Üniversitesinde Rus Çalışmaları Merkezinde profesörken, Rockefeller vakıflarından yüklüce bağış alıyordu.

Brezinskiçok yakın bir zamanda yazdığı kitabında, kapalı kapılar ardında yapılacak toplantılarla, Amerikan şirket ve bankalarının, Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'daki elit iş çevreleri ile birleşmesini öneriyordu.

Brzezinski, David Rockefeller tarafından "Üçlü Komisyon"un başına getirilmişti. Bu komisyon Rockefeller'ın iş ortakları olan birçok uluslararası elitin, finansal ve ekonomik olarak bağlantılı olduğu, politik ağırlıklı eşsiz bir şebekeydi. Amaçları, Rockefellerlar'ın tasarladığı, yine bir komisyon üyesi olan George H.W. Bush'un sonradan söylediği gibi "Yeni Dünya Düzeni"ni kurmaktı. Bunu da 90'lardan itibaren "küreselleşme" diye adlandırdığımız yöntemle yapmaya başladılar.

Bu konudaki ilk makale, Harvard profesörlerinden Samuel Huntington tarafından "Medeniyetler Çatışması" isimli kitapla kaleme alındı. Bush yönetimi, teröre karşı açtığı savaşları hep bu Medeniyetler Çatışması kitabına dayandırmıştı. 1975'te Huntington'un kullandığı başlık "Demokrasi Kriz"iydi.
Huntington uyarmaya devam etti:

" Verimli bir demokratik siyasi sistem, genellikle bazı birey ve gruplara karşı duyarsızlığı ve karışmamayı gerektirir. Gizlilik ve hile, hükümetin kaçınılmaz özelliğidir."

Kissinger ve Gıda Politikaları

1973'de Kissinger, ABD'nin tüm dış politika kontrolünü kendi eline almak için girişimlerine başladı. Hem Dışişleri Bakanı hem de Başbakan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Kissinger "gıda"yı, petrol jeo-politikasıyla beraber en ön sıraya koydu. Bu, gerçek durumu, yani artık Amerikan tarım endüstrisinin aile işi olmaktan çıkıp, küresel şirket tarımcılığına dönüşümünü örtmeye çalışan bir kılıftı. Kissinger o dönemde bir gazeteciye, "dünya hâkimiyeti" konusunda şu görürüşü ortaya koymuştu:

"Petrolü kontrol edersen, ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin."

1974'de Birleşmiş Milletler, Roma'da büyük bir Gıda Konferansı düzenledi. Roma konferansında ABD'nin liderliğinde iki ana tema tartışıldı. Bunlardan birincisi, dünya gıda kıtlığı açısından sözde alarm verici derecede artan nüfustu ki, bu tek yanlı bir tespitti.


Büyük Tahıl Soygunu

Sovyetler, Kissenger'la yapılan anlaşma sonucu, 30 milyon ton işlenmemiş tahıl almayı kabul etti. Miktar o kadar yüksekti ki; hükümet, Cargill gibi özel şirketleri de işin içine dâhil etmek zorunda kalmıştı. Bu da Kissinger'ın planının bir parçasıydı. O'na göre:

"Tarım, Tarım Bakanlığı'nın ellerine bırakılmayacak kadar önemliydi."


Sovyetlere yapılan bu satış o kadar büyüktü ki, tüm dünyada tahıl rezervlerinde azalma yaşandı ve bununla birlikte fiyatlar, birkaç ayda %70 yükseldi. Buğdayın ton fiyatı 65 dolardan, 110 dolara fırladı. Soya fasulyesi fiyatı ikiye katlandı. Bu sırada Hindistan, Çin; Bangladeş ve Avustralya gibi ülkelerde yaşanan ciddi kuraklıklar, rekolteyi düşürmüştü. Dünya bu durumu endişeyle seyrederken, ABD bu umutsuzluktan fayda çıkarmak için çaba gösteriyordu. Sorun tahılın olmaması değil, tamamının Amerikan şirketlerinin elinde olmuş olmasıydı. Bu da yiyeceği, Kissinger için bir silah haline dönüştürüyordu. 20 yıl süresince hiçbir grup, Rockefeller ailesi ve Rockefeller Vakfı'ndan daha belirleyici bir rol üstlenmemişti.


Nixon'ın Tarım İhracat Stratejisi


Yiyecek pazarının ABD hâkimiyetinde olması aslında, 1970'lerde Nixon'la beraber başlamış olan uzun vadeli bir strateji planıydı..


Birkaç yıl sonra Cargill, Başkan Yardımcısı Walter B. Saunders, New Orleans'ta bir kongrede, "Temel sorun bundan 50 yıl öncesi inanışa dayanmaktadır" dedi.


Yeşil devrim ve kırma tohumlar, Amerikan şirket tarımcılığına yeni ve kontrollü bir piyasa vaat ediyordu. Roosevelt'in Tarım Bakanı Henry Wallace, seçkin araştırmacılarca desteklenen daha fazla mahsul verecek olan "Pioner Hi-Bred"i kurmuştu. Bu adımla, birçok tohum devinin önü açılmış, genetik tohumların temeli atılmış oluyordu.


Kısa sürede Rockefeller-Ford yeşil devrimi, Hindistan hükümeti tarafından benimsendi. Kırma tohumlar ve kimyasallar hızla sonuç verdi. Buğday ve pirinçte üretim artışı sağlandı.


"Silah Olarak Yiyecek"


"Bu görevin arkasında Jhon D. Rockefeller ve Rockefeller Nüfus Konseyi bulunmaktaydı. Temel düşüncesi 1939'a, Dış İlişkiler Konseyi Savaş ve Barış Çalışmaları Projesi Başkanı Isaiah Bowman'a dayanmaktaydı. Dünya nüfusunun azaltılması ve yiyeceğin kontrolü, Kissinger'ın ana dış politika stratejisi haline gelmişti. Bu, yeni tehditlere karşı bir çözüm, gelişen ülkelerden ucuz hammadde almaya devam etmenin yoludur.


Kısırlaştır ya da Açlıktan Öl!


"Dünya çapında nüfus artışı, ABD'nin güvenliği ve deniz aşırı menfaatlerimiz" başlıklı bu notta, nüfus kontrolü, stratejik hammadde ve gıda politikasından bahsediliyordu. Bu gizli proje, Nixon tarafından Jhon Rockefeller'ın tavsiyesiyle başlatılmış, NSSM 200 olarak adlandırılmıştı.


ABD'nin durumu, daha çok Rockefeller'lar tarafından belirlenmekteydi. Planın ana konusu, nüfusun azaltılması politikalarıydı. Bu acımasız politikaya karşı Katolik Kilisesi, Romanya hariç tüm komünist ülkeler, Latin Amerika ve Asya ulusları tepki gösterdiler. Bu durumda ABD bu projeyi gizli yürütmeliydi. Tabii ki, projenin başında Kissinger bulunmaktaydı.


Doğal olarak Kissinger biliyordu ki; bu kaynak zengini ülkelerde nüfusun azaltılması konusunda bir çalışma başlatılması halinde, emperyalist ve hatta soykırımcı olarak suçlanacaktı. O da NSSM'in bu amaçlarını saklayabilmek için hilekâr bir propaganda kampanyasına başladı.


Kissinger, ABD politikasını yürüten elitin öngördüğü zorlayıcı tedbirleri ileri sürmeye devam etti. Açıkça gıda yardımının ulusal gücün bir aracı olduğunu söyledi. Yalın bir yorumla, ABD yardımının "nüfusunu kontrol etmeyen ve edemeyenler" arasında pay edilmesini önerdi. Bu belgenin "çok gizli" olarak saklanmasının sebebi de buydu: Kısırlaştır ya da açlıktan öl.


Nelson Rockefeller'in Planı: ABD'nin Resmi Politikası


Kissinger iktidardaydı ancak başkan tarafından değil Rockefeller tarafından o mevkiye atanmıştı. 1955'te Nelson Rockefeller, onu Dış İlişkiler Konseyi'nde çalışma direktörü olarak işe almış, bundan bir yıl sonra Rockefeller Kardeşler Vakfı'nın, Özel Çalışma Projeleri Direktörü olmuştu. Sonra da Rockefeller'ların bir çalışanı olan Nancy Maginnes ile evlenerek bağlantılarını iyice kuvvetlendirmişti.
Kasım 1975'te Nixon'ın gizemli Watergate ilişkisi ortaya çıktığında bazıları bunun Kissinger ve Alexander Haig ile beraber çalışan Nelson Rockefeller'ın siyasi hırslarının bir entrikası olabileceğinden şüphelendi. Nixon'ın halefi Gerald Ford, Nelson Rockefeller'ı yardımcısı olarak atadı. Rockefeller artık hayalini kurduğu ABD başkanlığının bir kalp atışı uzağındaydı. Nelson'ın eski dostu Kissinger'de, Dışişleri Bakanı'ydı.


Kasım 1975'de Başkan Ford, Kissinger'ın NSSM 200 planını ABD'nin resmi dış politikası olduğunu beyan etti. Sonraları Kissinger'ın yerine ulusal güvenlik danışmanı olarak iş ortağı da olan Brent Scowcroft atandı. Scowcroft, Kissinger'ın NSSM 200 taslağını, vazifeşinas bir şekilde imzalaması için yeni başkana götürüyordu. Kissinger, dışişleri bakanlığına; Nelson Rockefeller'de, başkan yardımcılığına devam etti. ABD artık nüfus azaltımı işine giriyordu ve gıda bu işte büyük rol oynayacaktı.


Rockefeller: Soy Arıtımını Destekliyor


JDR III, Frederick Osborn, Henry Fairchild, Alan Gregg gibi soy arıtım ve ırk bilim teorisyenleri arasında büyümüştü. O ve sınıfındakiler için kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin nasıl yaşayacağına, karar vermek doğal bir şeydi. Onlar, insanları en iyi soyu elde edebilecekleri bir koyun sürüsü olarak görüyorlardı.


Rockefeller'ın Karanlık Sırları 





Zengin bir Amerikalı olan Andrew Carnegie: "Servet, küçük miktarlarda halka dağıtmaktansa, ırkımız için daha büyük bir potansiyele dönüştürülebilir" demişti. Bir anlamda para, onu iyi kullanmayı bilen zenginlere aitti.


Yeni kurulan Rockefeller Vakfı hedefini; Dünya üzerinde insanlığın yararına katkıda bulunmak olarak belirlemişti. Neyin insanlık yararına olduğuna Rockefeller ailesinin karar vereceğini eklemeyi ihmal etmişlerdi. En başından beri aile, sürüden zayıfları seçip çıkarmak veya sistematik olarak kalitesiz türleri elemeye odaklanmıştı.


En İyi Tür: "Soy Arıtımı"


Rockefeller Vakfı'nın yaptığı ilk hayır işi projesi New York Cold Spring Harbour'daki Soy Arıtım Kayıt Ofisi ve Amerikan Soy Arıtım Derneği'ni maddi olarak desteklemek olmuştu. Harriman ailesinden sonra Rockefeller, en büyük bağışçı olmuştu. Soy arıtım sahte bir bilimdi. İsmi ilk kez İngiltere'de Charles Darwin'in kuzeni olan Francis Galton tarafından kullanılmış ve Darwin'in "Türlerin Kökeni" adlı kitabından alınmıştı. Rockefeller, Carnegie ve diğer bazı zenginler, 1920'de "Sosyal Darwinizm" adını verdikleri, servetlerin birikimini haklı gösteren, üstün ırkın hayatta kalıp güçsüzün ölmesinin ilahi kanıtı olan Malthusyan fikre inanmışlardı. Alman araştırmalarını, Rockefeller Vakfı idare ediyordu.


"Aile Planlaması" ve "Gizli Soy Arıtımı"


Soy arıtımı, JDR III'ün nüfus fazlası takıntısı sayesinde kurulmuştu. JDR'in muazzam etkisi ve Rockefeller Vakfı'nın bilimsel araştırmaları desteklemek için kullandığı devasa mali gücü düşünüldüğünde bu takıntının, ölümünden sonra bile muazzam sonuçları olacaktı. JDR III, Malthus'ın sözde bilimi ve nüfusun patlayacağı korkusuyla yetişmişti..


Kissinger'ın NSSM 200 projesini de şekillendiren nüfus kontrol lobisi, Rockefeller Vakfı bağışlarının etrafında toplanarak, aile planlaması adıyla, halkı ikna edici politikalar üretiyordu.


Rockefeller'ın Teşvikiyle: "Yeşil Devrim"


Artık aile yatırımlarını, petrolden tarıma döndürmeye başlamıştı.. 1941 Martında henüz ABD'nin savaşa girmesine 9 ay kala, Lourance Rockefeller, Latin Amerika'daki İngiliz finans baskısından faydalanarak Kolombiya'daki Magdelana Nehri kıyısında 1,5 milyon hektar arazi satın aldı. Nelson da, Venezuela'da bir zamanlar Simon Bolivar'a ait olan büyük bir çiftlik aldı. CIA'in o dönemde raporlarında geçtiği üzere, İngiliz portföyünde bulunan bu topraklar çok değerliydi ve elde edilmeliydi.


Rockefeller ailesi ve Rockefeller Vakfı, nüfus ve küresel gıda konularının Dışişleri Bakanlığı'na anlatılmasında, bazı ufak sorunlarla karşılaşıyordu. Aile ve aileye yakın müttefikleri, New York'taki CFR'de önemli koltuklarda oturmaktaydılar. Rockefeller grubu, bakanlık üzerinde çok büyük bir nüfuz kullandı. 1952'den 1979 Başkan Jimmy Carter dönemi sonuna kadar burada görev alan herkes, Rockefeller Vakfı'nın önemli isimlerindendi.. Rockefeller'ın teşvikiyle yeşil devrim, hızla petrol ve askeri malzeme kadar önemli bir ekonomi stratejisi haline geliyordu.


"Yeşil Devrim" Kapılarını Açıyor


Rockefeller'ın, Meksika'da başlattığı yeşil devrim, 1950 ile 1960 arasında tüm Latin Amerika'ya yayılmıştı. Bundan kısa süre sonra Rockefeller'ın Asya'daki şebekelerinin desteğiyle, Hindistan ve başka yerlere de girdi. Devrim, gelişmekte olan ülkelerde gıda kontrolünü ele geçirmek için gizli yapılmalı ve bu hareket, serbest piyasa yanlısı, komünizm karşıtı faaliyetler olarak gösterilmeliydi. O günlerin en büyükleri ABD şirketleriydi. Bu noktada olmalarının nedeni de, 1960-70 arası yeşil devrim sayesinde melez tohumların yaygınlaşmasıydı. Tarım küreselleşirken, Rockefeller'da bu ilerlemeyi şekillendirmekteydi.


1950'lerde Rockefeller Vakfı'ndan Norman Borlaug, Meksika'ya gelerek melez, pas tutmaz buğday ve melez mısır tohumları üzerinde çalışmalara başladı. GDO'lar ise bu çalışmalardan birkaç on yıl sonra gelecekti. Tarım ve biyolojinin perde arkasında Rockefeller, yeşil devrimin 50'ler ve 60'lar boyunca hesaplanmış stratejilerinin peşinde koşuyordu.


Yeşil devrimle başlayan küresel gıda kontrol süreci, birkaç on yıl sonra "kalıtım devrimi"yle tamamlanacaktı. Ancak şaşırtıcı olmayan her iki devrimde de, başrolde Rockefeller ailesi ve onlara yakın çevrelerin bulunuyor olmasıydı.


1966 yılında geniş fonlara ait başka bir vakıf Ford Vakfı, Rockefeller'a katıldı. Yine vergiden muaf Ford Vakfı da, Rockefeller gibi hükümetle içli dışlıydı. İstihbarat ve dış politika gibi önemli konularda hükümetle bağlantıları vardı. Ford kaynaklarıyla beraber Rockefeller'ın yeşil devrimi, adeta vites artırarak yoluna devam edecekti..


Rockefeller: "Şirket Tarımcılığı"na Yöneliyor


Rockefeller kardeşler, bir yandan işlerini petrolden, tarıma kaydırırken, öte yandan Harvard Üniversitesi'nde gıda üretiminde merkezi kontrolün sağlanması üzerine çok az kimsenin farkında olduğu bir araştırma yürütüyorlardı. Yaratıcıları, geleneksel tarımdan ayırt edebilmek amacıyla ona "şirket tarımcılığı" adını vermişlerdi. Şirket tarımcılığı ve yeşil devrim el ele yürüyorlardı. Bir süre sonra devreye girecek olan genetik uygulamalar da planın bir parçasıydı.


Harvard projesi ve şirket tarımcılığı, büyük Amerikan gıda üretim devrimi planının bir parçasıydı. Gıda endüstrisini egemenliği altına alması 40 yıl sürecekti. Bir profesör olan Ray Golberd, "gen değişimli şirket tarımcılığı devrimi"yle ilgili olarak; "küresel ekonomi ve toplumu değiştirmek için insanlık tarihinin görmüş olduğu en dramatik olayıdır" demişti.


"Tüm Çiftçiler Nereye Kayboldu?"


Hükümet düzenlemeleri, gıda güvenlik standartları ve tekel yasaları gevşedikçe, özellikle "Reagan-Bush dönemi"nde geleneksel tarımın yaşadığı dönüşümü, sıradan bir tüketicinin anlaması zor hale gelmişti. Pek çok insan, hâlâ çiftlikten geldiğini sanarak, mahalle marketlerinden güzel ambalajlanmış sığır ya da domuz eti almaya devam ediyordu.


1980 ve 90'larda geleneksel çiftçiler, topraklarını ve sürülerini terk etmeye zorlandıklarında, şirket tarımcılığı hemen bu boşluğu doldurdu. İşin dramatik boyutu, kurnazca hazırlanmış istatistik raporlarında, geleneksel yapının, genişleyerek dev kurumlar haline dönüştüğü şeklinde saklanmıştı..


Bilim Üzerinde: İnanılmaz Etki


Rockefeller Vakfı'nın 1930'lardaki Başkanı olan Warren Weaver, bir fizikçiydi. O ve Max Mason, Vakfın yeni biyoloji programını yönettiler. Araştırma projelerine kaynak sağlamakta gösterdiği cömertlik, yalnızca şiddetli kıtlığın yaşandığı bir zamanda, lider konumdaki bilimsel araştırmacılara dağıtacak kaynakları olması gerçeği ile birlikte Vakf'a, "Büyük Çöküş" sırasında bilim üzerinde inanılmaz bir etki kazandırdı.


II. Dünya Savaşı sırasında, Weaver ve Rockefeller Vakfı, moleküler biyoloji alanında yapılan tüm uluslararası araştırmaların merkezindeydi. 3 Rockefeller Enstitüsü (bugün Rockefeller Üniversitesi) bilim adamı Avery, MacLeod ve McCarty, bir genin bir bakteri hücresinden diğerine iletimini tanımladılar. Onların meslektaşı ve daha sonraları ise Rockefeller Üniversitesinin önemli bir araştırmacısı olan genetikçi Theodore Dobzhansky, o dönem büyük bir heyecanla şunu ifade etti:


"Özel uygulamalarla, özel mutasyonlar yaratma vakalarıyla uğraşıyoruz. Geneticiklerin yüksek organizasyonlu organizmalarda sonuç alamadan çalıştıkları bir başarı bu."


Yine 1941'de Rockefeller'in bilim adamları, genetik olarak değiştirilmiş organizmalarla Gen Devrimi'nin gelecekteki gelişimi için gereken temelleri atıyorlardı.


"Yeni Atlantis" ve "Aydınlanma" Düşünceleri Altında: Proje


Rockefeller Vakfı, toplumun kendi sorunlarını çözmek için bilimsel keşifleri beklemesi gerektiği ekonomik ve politik sistemleri kurcalamanın gerekmeyeceği fikrini yaymak için, kaynaklarını ve kayda değer sosyal, politik ve ekonomik bağlantılarını kullandı.


Proje, Bacon'un doğanın yasalarının ve bilimsel teknolojik ilerlemenin üstünlüğüne dayalı sorunsuz bir topluma ait "Yeni Atlantis" ve "Aydınlanma" görüşlerinin genel ruhunun etkisi altındaydı.


Auckland Üniversitesi'nin emekli kıdemli öğretim üyesi ve bir biyolog olan Dr. Robert Mann, Rockefeller'in indirgemeci basitleştirmesinin olası sosyal tehlikeleri nasıl yadsıdığıyla ilgili olarak gerçekten bir sorun olduğunu vurguladı: "Açıkça görülmektedir ki genetik mühendisliği ile ilgili risk analizi çalışmaları çok yanıltıcıdır." Mann, ayrıca şunları belirtti:


"Canlı bir hücrenin sistemi, hiçbir virüs ya da yabancı plazmid (prionlar öyle dursun) yayılmamış olsa bile, bir nükleer reaktörden kıyas kabul etmez biçimde daha karmaşıktır. Kötü biçimde saplabilecek yan yolların çoğunun hayal edilme olasılığı yoktur.... Gen iliştirme çalışmalarının çoğu sonuç vermez; bazıları istenen sonucu verebilir, ancak tıpkı nükler güçte olduğu gibi yapılacak bazı büyük hatalar, bu yaklaşımın bilime ve yaşama uygulanmasını önleyecek şekilde değerlendirmemize nedene olabilir."


"Plazmidler" ve "Tanrı"lığa Soyunma
Prof. Abigail Salyers, prestijli Microbiological Review (Mikrobiyolojik Değerlendirme)'de, genetik bilimi için kullanılan biyolojik malzemelerden "plazmidler" için şu uyarıyı yaptı:


"Plazmidler, küçük DNA parçalarıdır ... değiştirilmiş genlerin basit öngörülebilir taşıyıcılarıdırlar. Yaygın kanıya göre; bir geni genetik olarak değiştirilmiş bir mikro organizmaya sokmak için kullanılan bir plazmid, aktarılamaz kılınabilir. [bunun aksine] "güvenli" plazmid diye de bir şey yoktur ... hayatta kalabilmek için yanıtlamamız gereken bir bilmece şudur: antibiyotiğe dirençli genlerin aktarılmasını yavaşlatmak ya da durdurmak için ne yapılabilir? Ancak gen jokeyleri; koyuna, insan ve domatese sığır genlerini suni yöntemlerle iliştirmelerinin sonuçlarına dayanarak "Tanrı" gibi görebildiklerini iddia etmektedirler!"


Mae Wan Ho: "Tamamen Ön Görülmez Sonuçlar Doğar"


Londra Toplum Bilim Enstitüsü'nün Başkanı olan biyolog Dr. Mae Wan Ho:


"Tamamen yeni genler ve genlerin birleştirilmesi, laboratuvar ortamında yapılır ve bunlar genetik olarak değiştirilmiş organizmalar oluşturmak için organizma genomlarına eklenir" vurgusunu yaptı, şöyle devam etti:


"Profesyonel GDO bilim adamlarının söylediklerinin aksine, süreç o kadar kesin değildir. Denetlenmesi mümkün değildir ve güvenilmezdir. Genellikle ana genoma hasar verilerek ya da bu genom karıştırılarak, tamamen öngörülemez sonuçlara sahip olarak sona erer."


Ne Rockefeller Vakfı ne de finanse ettiği bilim adamları ve birlikte çalıştıkları, GDO tarım ticareti sektörü, böyle tehlikeleri incelemek için görünür bir ilgi göstermediler. Dünyayı bu tehlikelerin en az düzeyde olduğuna inandıracakları aşikârdı..


1984'te, genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin, doğal ortama bırakılmasının tehlikeleri hakkında Amerika'daki araştırma! Laboratuvarlarında ciddi bir bilimsel uzlaşma yoktu. Ancak, çok önemli şüpheler devam ettiği halde, Rockefeller Vakfı, genetik değişiklik sürecine büyük küresel kaynak ayırmaya karar verdi..
Beyaz Pirinç

Altın Pirinç




"Altın Pirinç" ve Kuyruklu Yalanlar


Başlangıçta Vakıf, sanayileşmiş dünyadaki 46 bilim laboratuvarına kaynak sağladı. 1987 itibariyle pirinç genomunu haritalayan, pirinç geni projesi için 5 milyon dolardan fazla para harcıyorlardı. Rockefeller cömertliğinden nasibini alanlar arasında, Zürih'teki İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü ve Almanya'daki Freiburg Üniversitesi'ndeki Uygulamalı Biyolojik Bilimler Merkezi de bulunuyordu..







Vakfın propagandacıları, A vitamini eksikliğinin, gelişmekte olan ülkelerdeki yeni doğan bebeklerde körlüğün ve ölümlerin önemli bir nedeni olduğunu iddia ettiler. BM istatistikleri, dünya çapında 100 ila 140 milyon çocukta, bir şekilde A vitamini eksikliği bulunduğunu ve bunların arasında 250.000 ila 500.000'inin kör olduğunu gösterdi. Bu, tartışmalı yeni genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin ve tahılların kabul edilmesini teşvik etmek için kullanılan duygusal çekiciliğe ait, en önemli insani ilgi hikayesiydi. Her ne kadar söz, kuyruklu yalanlara ve kasıtlı aldatmaya dayanıyordu ise de, Altın Pirinç, genetik mühendisliğin verdiği sözün simgesi ve sözde kanıtı haline geldi.


2000 yılı itibariyle Rockefeller Vakfı ve İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü, kendilerinin A vitaminli ya da beta-karotenli pirinç olarak adlandırdıkları pirinci üretmek için, nergis bitkisinden iki adet geni, bir bakteri geniyle birlikte başarılı şekilde alarak, pirinç DNA'sıyla birleştirdiklerini duyurdular.


Vücutta A vitamini üreten beta-karoten (ya da A Vitamini) pirinç tanelerini turuncu renkli yaptığından, başka bir zekice pazarlama hamlesi olarak bu pirince "Altın Pirinç" denildi, zira altın, ne biçimde olursa olsun herkes tarafından imrenilen bir maddeydi. Artık insanlar her gün yedikleri pirinci yiyerek, aynı zamanda çocuklarında körlüğü ve diğer A vitamini eksikliği belirtilerini de önleyebileceklerdi.


"Altın Pirinç" ve "A vitamini Yalanı"


Hintli bir biyolojik çeşitlilik kampanyası destekçisi olan Dr. Vandana Shiva, Rockefeller Vakfı'nın Altın Pirinç tanıtımının yürek burkan bir eleştirisinde: "A vitamini üretmek için pirincin genetiğinindeğiştirilmesinin kusuru, diğer A vitamini kaynaklarının gölgede bırakılmasıydı" değerlendirmesini yaptı. Uluslararası Pirinç Araştırmaları Enstitüsü Başkanı Per Pinstripe Anderson, A vitaminli pirincin, Asya'daki yoksullar için gerekli olduğunu çünkü, "dünyada yetersiz beslenen insanların çok büyük bir çoğunluğuna ilaç götüremediklerini" ifade etti. Shiva şunu ekledi:


"A vitamini temini için birçok ilaç var. A vitamini; karaciğer, yumurta sarısı, tavuk eti, süt ve tereyağından sağlanır. A vitamininin öncüsü olan beta-karoten, koyu yeşil yapraklı sebzelerden, ıspanaktan, havuçtan, kabaktan ve mangodan sağlanır..."


Rockefeller Vakfı'nın basın bültenlerinde bahsetmediği, ancak doktorların ve bilim adamlarının bildiği bir şey vardı! Büyük miktarlarda A vitamini aslında "hiper vitaminoz"a, ya da bebeklerde beyin hasarına ve başka zararlı etkilere yol açan A vitamini zehirlenmesine neden oluyordu.


Ayrıca bir insanın A vitamini payının hepsini karşılamak için günlük olarak tüketmesi gereken pirinç miktarı şaşırtıcıydı ve bir insanın bunu başarması mümkün değildi. Bir tahmin, ortalama bir Asyalı'nın yalnızca gereken en az miktarda A vitaminini alması için, günde 9 kilo pirinç yemesi gerektiğini gösteriyordu. Asya'daki günlük 300 gramlık pirinç tüketimi oranı, günlük ihtiyacın yalnızca % 8'ini sağlıyordu. Rockefeller Vakfı'nın Başkanı Gordon Convvay, bu eleştirilere mahcup bir şekilde şu yanıtı veriyordu:


"Öncelikle altın pirinci, A vitamini eksikliği sorununa bir çözüm olarak düşünmediğimizi ifade etmek gerekir. Daha çok beslenme açısından meyveler, sebzeler ve hayvani ürünlerle çeşitli kuvvetlendirilmiş gıdalara ve vitamin katkıları için mükemmel bir tamamlayıcı görevi yapmaktadır." Şunu da ekliyor:


"Halkla ilişkilerin, altın pirinç tanımını çok fazla kullandığı konusunda Dr. Shiva'ya katılıyorum."


Altın pirinç, biyoteknoloji kullanan genetik mühendislik endüstrisi için büyük bir propaganda aracı olmuştu.


İngiliz tıp dergisi The Lancet'in editörlüğünü yapan ve çok önemli bir tıp uzmanı olan Dr. Richard Horton:


"Dünyadaki açlık için teknolojik bir gıda çözümü aramak... yeni yüzyılın ticari açıdan en kötü niyetli boş girişimi olabilir" dedi ancak onu çok az kişi dinledi.


İlk Kobay: Arjantin


80'lerin sonlarında genetik eğitimi almış moleküler biyologların, küresel iş ağı oldukça gelişmişti. "Devasa Rockefeller planı", artık devreye girmeye hazırdı. Bu iş için seçilen yer ise David Rockefeller ve Chase Manhattan Bank'ın yakın bağlar kurduğu, Başkan Menem'in henüz seçildiği Arjantin'di. Tarım arazileri ve nüfusu yapısı nedeniyle Arjantin, ilk geniş ölçekli GDO testi için biçilmiş kaftandı.


2005'te çok daha küçük ama hızla genişleyen GDO ülkelerine, GDO'ları kanunla yasaklayan Brezilya'da dâhil oldu. GDO'ların ekimi o kadar yayılmıştı ki artık kontrol edilebilmesi mümkün değildi. Kanada, Çin, Güney Afrika gibi ülkeler o zamandan sonra yeni programlar yürürlüğe koydular.


Bunların hemen arkasından, geniş arazileri ve gevşek kanunlarıyla eski Sovyet uyduları; Romanya, Polonya ve Bulgaristan gelmekteydi. Endonezya, Filipinler, Kolombiya, Honduras ve İspanya da belirgin bir şekilde bu yöntemleri uyguluyorlardı.


Irak'ta: ABD Demokrasi Tohumları(!)


George W. Bush, Irak işgalini şöyle yorumluyordu:


"Bizim Irak'ta bulunma sebebimiz, buraya 'demokrasi tohumları'nı ekmektir. Bu 'tohumlar', serpilecek ve tüm otoriteryanizm bölgesine yayılacaktır."


George W. Bush, "demokrasi tohumları"ndan bahsettiğinde, çok az insan "Monsanto"nun tohumlarını kastettiğini anlayabilmişti. Mart 2003'te ABD'nin işgalini takiben, ülkenin ekonomik ve politik gerçekleri radikal olarak değişti. Irak sadece Pentagon'a gönülden bağlı 130.000 asker tarafından işgal edilmemiş; aynı zamanda işgalcisinin ekonomik kontrolü altına da girmişti. Irak ekonomisi, Pentagon tarafından idare ediliyordu.


Mayıs 2003'te, Paul Bremer, Geçici Koalisyon Güçleri'nin (CPA) ya da işgalci otoritenin başına getirilmişti. Eski Dışişleri Bakanlığı terörizm görevlisi olan Bremer, sonradan Henry Kissinger'ın kurduğu güçlü danışmanlık şirketi Kissinger Associates'e girmişti.


ABD işgalindeki Irak, Arjantin'den daha iyi bir fırsattı. İşgal yeni bir tarım sistemini, GDO şirket tarımcılığı etki alanıyla tüm ülkeye sokmaya yardımcı olmuştu. İşgal yönetimi, Iraklı çiftçilere reddedilmesi güç bir teklifte bulunmuştu: "Bizim GD tohumlarımızı alın ya da ölün.."
Bremer, işgal altındaki Irak'ta resmen olmasa da sivil faaliyetin var olduğu her alanda ölüm ve yaşamın kontrolünü elinde bulunduruyordu. Dikkat çekecek şekilde Bremer, yeniden yapılandırma işinin dış işlerinin sorumluluğu olmasına rağmen, raporlarını, sadece Pentagon'daki eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'e rapor ediyordu.


Bremer; Irak'ta GDO için Yasal Alt Yapıyı Oluşturuyor


Geçici Koalisyon Güçleri'nin başı olarak Bremer, yürürlükte bir anayasa ya da hükümet olmamasına rağmen, bir dizi kanun tasarısı hazırladı. Yeni kanunların sayısı 10O'dü ve Nisan 2004'te hayata geçirildi. Bütün olarak bu kanunlar, Irak ekonomisinin, ABD mandası altında; serbest piyasa şartlarında yeniden yapılandırılmasını konu ediyordu. Aynı 1990 sonrası Rusya ve eski Sovyetler Birliği'ne dayattıkları ekonomiler gibi.


Bremer'a, Rumsfeld ve Pentagon'daki planlayıcılar tarafından verilen emirlerde, devlet kontrolündeki Irak ekonomisini, "şok terapiyle" radikal bir açık pazar haline getirmek vardı. Bremer, 30 yılda Latin Amerika'nın borçlu ülkelerinde yapılan değişikliklerin daha ağırını bir ayda Irak'ta gerçekleştirdi"


Bremer'ın ilk işi, 500.000 kişilik bir işçi ordusu kurmak oldu. Bu ordunun çoğunluğu askerler, doktorlar, hemşireler, öğretmenler, yayıncılar ve matbaacılardan oluşuyordu. Ülkenin sınırlarını kısıtlamasız ithalata açtı. Hiçbir vergi, denetim, tarife, gümrük yoktu. İki hafta sonra Bağdat'a giderek Irak'ın "ticarete açık" olduğunu açıkladı. Ama kimin, neyin ticareti olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı.
İşgalden önce petrole dayalı olmayan Irak ekonomisi, çimentodan kâğıda, çamaşır makinesine kadar her şeyi üreten 200 adet devlete ait şirkete bağlıydı.


Haziran 2003'te Bremer, bu şirketlerin derhal özelleştirileceğini açıkladı. "Devletin verimsiz işletmelerini, özel sektörün ellerine bırakmak, Irak ekonomisini düzlüğe çıkarmak için esastır" demişti. Irak özelleştirme plânı, Sovyetlerin dağılmasından sonraki en büyük devlet tasfiyesiydi.


Iraklılar: GDO Tohum Devlerinin Tebası Oldu


Daha da ötesi bu kanunlarla Irak'taki en radikal dönüşüm olan ulusal gıda üretimi için de yol açıldı. Bremer'ın emrindeki Irak, yeni bir GDO modeli olmak üzereydi. Yalın bir anlatımla, bitki türleri patenti sahipleri (daha çok çokuluslu büyük şirketler), Irak'ta kendi tohumlarının kullanımıyla ilgili mutlak haklara sahip oluyorlardı.


Koruma altındaki bitki türleri, aslında GDO'lu bitkilerdi. Bu bitkileri ekmek isteyen çiftçiler, teknoloji ücreti ve patentli tohumlar için yıllık lisans parası ödemeyi kabul ettiklerine dair anlaşma imzalıyorlardı. Bu tohumlardan bir kısmını bir dahaki hasat yıllarında kullanmak için saklayan çiftçiler, şirket tarafından ağır cezalara çarptırılıyordu. ABD'de mahkeme tarafından bozulana kadar, "Monsanto" bir çuval tohum bedelinin, 120 katına kadar ceza ücreti talep ediyordu. Iraklı çiftçiler artık Saddam'ın değil, çok uluslu GD tohum devlerinin tebaası haline gelmişlerdi.


Koruma altına alınan bitkiler, 10.000 yıldır Irak topraklarında yetiştirilenler değildi. Bu koruma çok uluslu şirketlerin, kendi tohum ve ilaçlarının Irak piyasasına hem ABD hem hükümet desteğiyle girebilmesi için gelmişti.


"Irak Tohum Hazinesi" Yok Edildi


Irak, tarihsel olarak medeniyetin beşiği olan Mezopotamya'nın bir parçasıydı. Dicle ve Fırat nehirlerinin ortasında, verimli topraklara sahipti. Çiftçiler, tahminen M.Ö. 8000 yılından beri bu topraklarda tarım yapıyordu. Günümüzde kullanılan her tür buğdayın tohumlarını da onlar geliştirmişlerdi. Bunu da, bir miktar tohumu saklayıp tekrar ekerek, "doğal dirençli kırma türler" yetiştirerek başarıyorlardı.


Iraklılar, bu kıymetli tohumları, sonradan ABD'lilerin yaptıkları işkencelerle adı duyulan Abu Ghraib şehrindeki bir tohum bankasında saklıyorlardı. İşgal sırasında çeşitli bombalamalara maruz kalan bu tarihi ve paha biçilmez tohum bankası yok oldu.


Bununla beraber eski Irak Tarım Bakanlığı, bu tohumların yedeklenmesi için Suriye'ye örnekler göndermişti. Bu önemli tohumlar halen Suriye'nin Halep şehrinde, Kuru Bölgeler için Tarım Araştırmaları Merkezi'nde (İCARDA) saklanmaktadır. Abu Ghraib tohum bankasının yok olmasıyla birlikte, Uluslararası Tarım Araştırmaları Danışmanlık Gurubu'nun (CGIAR) bir parçası olan İCARDA, Iraklı çiftçilere yardım etmek için ellerindeki tohumları gönderebilirdi. Ama yapmadı. Bremer'in danışmanlarının Irak yiyeceğinin geleceği hakkında başka plânlan vardı.


Bremer'ın 81. Kanunu uyarınca, büyük ulus ötesi bir şirket, belirli bir Irak böceğine dayanıklı bir tohum geliştirirse ve Iraklı bir çiftçi de, aynı şeyi yapan bir bitki yetiştirirse, tohumları saklaması yasadışıydı. Bunun yerine Monsanto'ya telif hakkı ödemeye mecbur bırakılıyordu.


Artık Irak: Dev Şirketlerin Genetik Laboratuvarı


Kâğıt üzerinde, sadece bu tohumları kullanan çiftçiler, ABD'nin benimsetmeye çalıştığı bu patent kanunlarına uymak zorundaydı. Ama gerçekte Irak, gıda üretim ve geliştirme adına, Monsanto, DuPont ve Dow gibi şirketlerin elinde çok büyük bir genetik laboratuvarına dönüşmekteydi.


On yıldan fazla bir süre Iraklı çiftçiler, ABD-İngiltere önderliğinde tarım ekipmanları ambargosuna maruz bırakıldı. Ayrıca Irak şanssız olarak 3 yıllık bir kuraklık dönemi geçirmişti ve elindeki tahıl azalmıştı. Yıllar süren ambargo, kuraklık ve savaşın etkileri, Irak'taki tahıl stoklarını 1. Körfez Savaşı seviyesinin altına indirmişti. 2003'e kadar Irak halkı Birleşmiş Milletler'in petrol karşılığı verdiği yiyeceğe bağımlı yaşadı..


Artık ABD'nin benimsettiği patent kanunuyla, tohumda tekel oluşturabilecek bir düzen getirilmişti ve hiçbir Iraklı çiftçi bu alanda rekabet edecek kaynaklara sahip değildi.


GDO Cini: Lambadan Çıktı




1990'ların ortalarına doğru Dünya Ticaret Örgütü (WT0)ve Washington desteğiyle aynı gen devleri; Monsanto, Dow, DuPont, Syngenta ve birkaç küçük şirket daha patentlenmiş tohumları dünya pazarına saldı.







1996'da Monsanto, Amerika'dan soya fasulyesi dolu bir taşımayı Avrupa'ya gönderdi. Bu taşımalık etiketlenmemişti ve AB müfettişleri çok sonraları bu taşımalıktaki soya fasulyelerinin Monsanto'nun Arjantin'de yaydığı genetiği değiştirilmiş soya fasulyelerinden olduğunu fark ettiler. Böylece gıda zincirine etiketlenmeden girmiş oldular. AB buna, 1997'nin sonlarına doğru GD ürünlerinin alım satımına uyguladığı bir durdurmayla yanıt verdi.


2003'teki Irak savaşından sonra George W. Bush, GD tohum üretimini yüksek öncelikli gündem maddesi haline getirirken, Monsanto tarafından yönetilen tohum karteli patentli tohumları, müthiş bir hızla yaymış bulunmaktaydı. Bush'un esas hedefi, sıradaki diğer ana piyasaları GDO istilâsına açmak için GD tohumları alım satımı üzerindeki 1997 AB yasağını kaldırmaktı.


Gıda ve gıda harici ürünlere eklemlenmiş Bacillus thurigiensisin BT toksinleri dünyada son zamanlarda üretilen GD ürünlerinin %25'inde mevcuttur. Besin zincirinde farelere, kelebeklere ve zar kanatlılara zararlı olduğu saptandı. BT zehiri, yaklaşık 28.600 türden oluşan coleopetra altsınıfındaki haşerelere (böcekler, ekin kurtları ve styloplidler) karşı da diğer alt sınıflardan daha fazla tesir göstermektedir. BT bitkileri, zehirleri kökleriyle toprağa sızdırır ve bu yüzden toprak ekolojisine ve verimliliğine de büyük darbe vurmaktadır.


Amerikan Çiftçilerinin: Monsanto Köleliği


Bağımsız tohum bayileri, Monsanto, DuPont, Dow, Syngenta, Cargill ve diğer büyük tarım işletme firmaları tarafından bir bir yutulurken çiftçiler, gittikçe Monsanto ve diğer GDO tohum bayilerine daha çok bağımlı hale getiriliyordu. Amerikan çiftçileri, bu yeni tarz toprağa bağlı köleliğe ilk maruz kalanlardandı.


2001 yılında Amerikan Yargıtay kararnamesine göre; Monsanto gibi GDO firmaları Amerikan çiftçilerini "tohum kölesi" olmaya zorlayabilirdi. Monsanto, ücretlerini ödemeyenleri, duruşmalarda çok ağır yasal tazminatlarla cezalandırıyordu. Monsanto ve diğer GDO tohum şirketleri, çiftçilerin her yıl yeni tohumlar için ödemede bulunmasını talep ettiler. Çiftçilerin bir önceki yılın tohumlarını tekrar kullanmaları yasaklandı.


Rockefeller Vakfı Başkanı Gordon Convvay yayınladığı kamu açıklamasında, ikinci bir Yeşil Devrimi "Gen Devrimi" olarak tanımladı. Convvay, "2020 yılında dünyanın beslenmesi gereken 2 milyar boğaza daha sahip olacağını göz önünde bulundurarak" "nüfus artışına ayak uydurabilmek için, önümüzdeki 30 yıl boyunca gıda üretiminin geliştirilmesinde" GDO mahsullerinin gerekli olduğu konusunda ısrarcıydı..


Afrika'nın Sahte "Harika Patates"i


Finansal olarak Monsanto ve Dünya Bankası tarafından desteklenen Afrika'daki Kenya Zirai Araştırmalar Enstitüsü'nden(KARİ) Dr. Florence Wambugu, Monsanto'nun GDO tatlı patateslerinin, Afrika'daki açlık sorununu çözdüğünü öne süren demeçler vermek üzere Monsanto ve USAID tarafından görevlendirildi.


Buradaki tek sorun bu "yeniden şekillendirme" projesinin feci bir hata oluşuydu. GDO tatlı patatesi, virüs saldırılarına karşı duyarlıydı. GDO hasadı, yerel tatlı patatesten çok daha azdı. Wambugu'nun beklediği gibi % 250 daha fazla değildi. KARİ ve tüzel destekçileri sahtecilik yapmaya çalıştılar fakat Sussex Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Enstitüsü'nden Dr Aaron deGrassi, Wambugu ve Monsanto'nun kendilerini haklı göstermek için kullandıkları istatistiksel hileleri açığa çıkardı.


1990'ların sonunda bir Amerikan biyo-teknoloji hisse senedi borsasının baş döndüren ortamında ve GDO üretiminin yaygınlaşmasının önündeki engeller bir bir düşerken; Monsanto, Syngenta ve önde gelen tohum devleri, bütün dünyaya tohum tedariki projeleriyle neredeyse raydan çıkmak üzereydiler. 1999'da aşırı hevesli şirket tarımcılığı, devlerini kendi yöntemlerinden kurtarmak için koruyucu azizleri Rockefeller Vakfı'nın alışılmadık tarzda bir müdahalede bulunması gerekti.


Genetik Tohum Devleri: Sarhoş Olmuşlardı


Genetik tohum devleri, Dünya Ticaret Örgütü'nün gücü ve Beyaz Saray'ın tam himayesiyle, 1980'lerin sonlarında dünya gıda tedariğinin tamamını ele geçirme olasılığıyla sarhoş olmuşlardı. Üreme olasılığı olmayan tohumları, satmalarına olanak tanıyan bir teknoloji üzerinde hararetle çalışıyorlardı. Tohum şirketleri bu teknolojiye GURT (Genetik Kullanımı Kısıtlama Teknolojileri) dediler..


David King: "Çiftçiler Dev Küresel Şirketlerin Bağımlısı"


Kısır tohumlardan kopan yaygara dünya basınındaki manşetlerden kaybolmaya başlayınca büyük tohum şirketleri, ABD Hükümeti'yle birlikte GDO tohumları, dünya nüfusunun boğazına tıkamak için özellikle üçüncü dünya ülkelerinde gittikçe zorlayıcı taktikler uygulamaya başladılar. Genetik tohum şirketlerinin kullandığı "GDO Kurtuluş İncili"ni yaymada ikna teknikleri arasında; rüşvet, baskı ve GDO tohumların yasadışı yollardan bir bir ülkelere sokulması gibi yöntemler vardı.


2003'ün başlarında Hindistan hükümeti, 1000 ton genetiği değiştirilmiş soya- mısır karışımının ülkeye ithalini durdurdu. Bunun nedeni ise, genetiği değiştirilmiş gıdaların, insan sağlığına zararlı olabileceği ve bu gıdaların henüz yeterli derecede test edilmemiş olmasıydı. ABD gıda yardımı örgütleri, CARE ve Katolik Yardım Hizmetleri aracılığıyla yapılan ithalat bu nedenle onaylanmadı. USAID(ABD Uluslararası Yayılma Ajansı), bu önemsiz gerçeği yoksaydı ve baskı yaptı.


İngiltere Başbakanı Bilim Danışmanı Profesör David King, ABD'nin Afrika'ya GDO teknolojisini zorlamasını kınadı ve bunu "büyük çaplı bir insan deneyi" olarak değerlendirdi. İngiliz yardım kuruluşu, ActionAid (Yardım Hareketi), ABD'nin bu faaliyetini eleştirerek şunları söyledi:


"Çiftçiler, kısır bir döngü içine sıkışacak ve giderek patentli tohumlar için bir avuç dev küresel şirkete bağımlı hale gelecek."


GDO'lu Tohumları Yeryüzüne Yaymak !


Monsanto, Dow, DuPont ve onları destekleyen Washington Hükümeti'nin belirgin stratejisi, GDO tohumları yeryüzünün her köşesine yaymaktı. Bunu yaparken de, önceliği savunmasız, ağır borç yükü altındaki Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere, ya da Polonya ve Ukrayna gibi hükümet denetimlerinin az, yolsuzlukların yüksek olduğu ülkelere verdiler.


Bir kez ekildikten sonra tohumlar, tüm bölgeye yayılacaktı, ileriki bir tarihte, küresel GDO tohum şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü yaptırımlarıyla tehdit ederek gezegenin gelişen bölgelerindeki tohum tedariğine hâkim konumda olacaklar ve dilerlerse yaşamak için gerekli olan tohum tedariğini kesebileceklerdi. İstihbarat terminolojisinde böylesi bir kapasite "stratejik kırmızı güç" olarak bilinir. Olası bir düşman ya da rakip, kaynağı kontrol eden kişilerin siyasi isteklerine boyun eğmedikleri sürece stratejik bir kaynaktan mahrum bırakılabilir.


"Sperm Öldürücü Mısır"


Peki nasıl olur da bu durum ABD'deki Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı ve diğer büyük oyuncuların uzun dönemli nüfus kontrolü stratejileriyle ilişkilendirilebilir? Yanıt kısa sürede ortaya çıkacaktır.




San Diego'da küçük bir biyo-teknoloji şirketi olan Epicyte, Eylül 2001'de yaptığı bir çalışmayla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Gebeliği engelleyen mısır. Gebelik bağışıklığı olarak bilinen bir durumu olan kadınlardan, antikorlar aldılar ve bu kısırlaştırıcı antikorların üretilmesini düzenleyen genleri ayırdılar ve kalıtım mühendisliği yöntemlerini kullanarak, mısır bitkisinin oluşmasını sağlayan mısır tohumlarına bu genleri iliştirdiler. "Sperm öldürücü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var" dedi, Epicyte Başkanı Mitch Hein övünerek.




Yaptıkları kısa kamuoyu açıklamasında Epicyte, dünyanın "aşırı nüfus artışı" sorununa bir çözüm olarak sundukları sperm öldürücülü mısırın, 2006 ya da 2007'de ticari olarak piyasaya sunulacağını tahmin etti. Basın açıklamasından sonra insan spermini öldürecek sperm öldürücü mısır yaratmadaki Epicyte'nin çığır açıcı başarısı ile ilgili tartışma sona erdi. Epicyte, Mayıs 2004'de Kuzey Carolina (Karolayna)'dan bir biyo-teknoloji şirketi olan Pittsboro tarafından satın alındı.


Gizli Gündem: GDO Temelli Biyolojik Silahlar


ABD ve İngiltere hükümetlerinin, genetik olarak değiştirilmiş tohumları acımasızca tüm dünyaya yayma girişimleri aslında Rockefeller Vakfı'nın 1930'lardan beri onlarca yıldır süren Nazi soy arıtım araştırmalarına para aktardığı sır siyasetinin uygulanmasıydı. Yani Anglo-Sakson Beyaz seçkinlerin, daha koyu renkteki soyların nüfuslarını toplu halde azaltması. Bu çevreler gördüler ki savaş, nüfus azaltımı için çok pahalıydı ve pek de etkili bir yol değildi. 1925'te İngiltere'den koyu ırkçı Winston Churchill, biyolojik harp olanaklarını destekleyen yorumlar yaptı ve:


"İnsanlar ve hayvanlar üzerinde bilinçli olarak kullanılabilecek salgın hastalıkları, mahsulleri yok edecek bakterileri, at ve sığırları öldürecek şarbonu sistemli bir şekilde üretebilen" bir hükümete ihtiyaç duyulduğunu yazdı. Sene 1925'di.


Konuyu ABD'deki üst rütbeli askeri çevrelerde tartışan, ABD Hava Kuvvetleri (USAF) Hava Doktrin, Araştırma ve Eğitim Koleji'nden Yarbay Robert P. Kadlec, 1990'da yazılan Geleceğin Savaş Alanı adlı kitapta; genetiği değiştirilmiş mahsullerin biyolojik harpteki gücünü tartıştı. GDO temelli biyolojik silahlardan "düşük maliyetli kitle imha silahları" olarak bahsetti. Şöyle diyordu Kadlec:


"Diğer kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, biyolojik silahları ucuzdur. Teknoloji Ofisinin yaptığı son bir değerlendirme raporu, bir Biyolojik Harp cephaneliğinin maliyetinin 10 milyon dolara kadar düşebileceğini rapor etmiştir. Tek bir nükleer silahın geliştirilmesinin, 200 milyon dolar olduğu göz önüne alınırsa bu çok düşük bir rakamdır." Kadlec, sözlerine şöyle devam ediyor:


"Biyolojik silahları bir salgın ya da doğal olarak ortaya çıkan bir hastalık kisvesi altında kullanmak saldırgana, saldırısını inkâr etme fırsatını verir. Bu bağlamda biyolojik silahlar, nükleer silahlardan daha fazla imkânlar sunmaktadır."


Kuş Gribi Paniği Nasıl Pompalandı ?


Başkan George W. Bush'un listesindeki acil önlemler arasında öncelikli bir diğer konu da Kongre'yi, Kaliforniya'da geliştirilen bir ilaç olan Tamiflu için ek 1 milyar dolarlık harcamayı kabul etmeye çağırmaktı. Bu ilaç, Waşington ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından, genel veya mevsimsel gribin belirtilerini azaltan tek uygun ilaç olarak ciddi bir şekilde öneriliyordu.


Bu nedenle, "muhtemelen" kuş gribinin belirtilerini de azaltabilirdi. İsviçre'deki büyük ilaç firması Roche, Tamiflu üretim lisansına sahip tek firma idi. Kuş gribi virüsünün, öldürücü H5N1 türü ve insandan insana bulaşması hakkındaki korkunç hikâyelerin uluslararası ve ABD'deki basın yayınında gittikçe artması, Roche Şirketi'nde siparişlerin birikmesine sebep olmuştu.


2004 yılında Rumsfeld halen Savunma Bakanı iken, ona bağlı olan Sağlık İşleri Sekreter Yardımcısı; Kuş Gribi'ne yönelik bir önerge yayınladı. Bu belgede; " ..oseltamir (Tamiflu), kuş gribini önlemede ve tedavi etmede kullanılacaktır. H5N1'in oseltamire duyarlı olduğu konusunda kanıt mevcuttur. Bununla birlikte ilacın temini dünya genelinde sınırlıdır ve kullanımına öncelik verilecektir" diye belirtmektedir. 2004 Pentagon önergesi, dünya genelindeki hükümetler tarafından panik halinde Tamiflu alınmasına önemli bir katkıda bulunmuştur.


Tam olarak doğrulanmayan raporlar, Rumsfeld'in halen Savunma Bakanı iken önceki firması olan Gilead'dan 18 milyon dolar değerinde ek hisse senedi aldığını ve bunun onu Gilead hisse sahipleri arasında en büyük değilse de büyüklerden biri yaptığını açıklamaktadır. Rumsfeld, hak sahipleri ve Gilead hisselerindeki artış üzerinden bir servet yapmak için uğraşırken; panik içindeki dünya, halen kuş gribine karşı tedavi kapasitesi belli olmayan bir ilacı almak için yarışmakta idi.


Kissinger ve Biyolojik Savaş




1968 yılında Kissinger, mikrop savaşı ve nüfus kontrolü için kullanılabilecek "gentetik biyolojik maddeler" konusunda güncellenmiş bilgi istediğinde, genetik değişikliğe uğratılmış rekombinant grip virüsleri, ABD Hükümeti Özel Virüs Kanser Programı araştırmacıları tarafından henüz yeni üretilmişti. Bu program sırasında, kanseri, tıpkı grip gibi hapşırma yoluyla yayacak silahlar üretilmesi için, grip ve grip panzeri olacak virüsleri çabuk etki gösteren lösemi virüsleri ile birleştirildi. Kanser araştırmacısı Dr. Leonard Horowitz'e göre; bu araştırmacılar, ayrıca insan ve maymunlardaki kanser yapıcı etkileri saptamak için kanser (sarkoma) virüsü de toplamışlardı.


2003 yılındaki öldürücü Kuş Gribi virüsü türü hakkında ani olarak ortaya çıkan küresel korkuya biraz değil oldukça şüpheyle yaklaşmak gerekir.



Savunma Bakanı Rumsfeld, yalnızca Birleşik Devletler, Birleşik Krallık ve diğer hükümetlerin kendi "tamiflu"sunu depolamasından kâr etmedi. Kuş gribi korkusu aynı zamanda Arkansas temelli Tyson Foods modeline dayalı fabrika tavuk çiftliklerinin ve tarım endüstrisinin küresel hâkimiyetini genişletmek için de kullanıldı.


Ne ilginçtir ki, küresel tarım endüstrisi devlerinin, büyük, sıhhi olmayan ve haddinden fazla kalabalık fabrika tavuk çiftlikleri, H5N1 ve diğer hastalıkların olası kaynağı ve dağıtıcıları olarak kabul edilmediler. Onun yerine özellikle Asya'da ailelerin işlettiği, en fazla 10-20 tavuktan oluşan küçük tavuk çiftlikleri Kuş Gribi histerisinde hedef olarak gösterildi.


Birleşik Devletlerdeki tavuk-üretimi ve katliamının endüstrileşmesi, 2003'de öyle bir noktaya ilerlemişti ki, Asya'dan ilk H5N1 kuş gribi virüs vakaları bildirilmeye başladığı zaman, Birleşik Devletlerdeki tavuk eti üretimi ve işlenişi, beş dev küresel tarım işletme şirketi tarafından yönetiliyordu. Gerçekten de Watt Poultry USA ticaret verilerine göre; 2003'de Birleşik Devletlerdeki tavukçuluk üretiminde hepsi dikey olarak bütünleşmiş beş şirket, karşı konulamaz bir egemenliğe sahipti.


Kuş Gribi'nin Asıl Kaynağı: Fabrika Tavukçuluğudur


Bu beş şirket; dünyada en büyük olan Tyson Foods, Gold Kist., Pilgrim's Pride, ConAgra Poultry ve Perdue Farms idi. Ocak 2007'de Pilgrim's Pride, Gold Kist'i satın alarak, en büyük tavukçuluk devini yarattı. Hepsi birlikte Birleşik Devletlerde üretilen tüm yemeye-hazır tavukçuluğun %56'sını karşılayarak, haftada 370 milyon pound pişirmeye- hazır tavuk ürettiler. 2005 yılında Birleşik Devletlerdeki fabrika tavuk çiftlikleri, neredeyse 9 milyar "ızgaralık piliç" veya etlik tavuk ya da 48 milyar poundluk tavuk eti üretti. Bu tavuk etinin 6.314.000.000 poundunu Tyson Foods'a ev sahipliği yapan Arkansas Eyaleti üretti.


Gittikçe artan sayıdaki hayvan sağlığı uzmanına göre, korkunç yeni hastalıkların ve H5N1 gibi virüslerin asıl kaynağı, Asya'nın serbest-gezinen tavuk işletmeleri değil, fabrika tavukçuluğuydu.


Yeni bin yıla girerken, dev Amerikan tavuk endüstrisi, dünya tavuk üretimini küreselleştirmek için sahnedeydi. Kuş gribi, cennetten veya cehennemden sadece bu iş için gönderilen bir hediyeydi sanki. Bu şirketler için en bariz hedef, büyük Asya tavukçuluk pazarı idi. Asya hükümetleri, Dünya Sağlık Örgütü ve uluslararası baskılar nedeniyle çiftçileri, tavukları kafes altına almaya zorlarsa küçük işletmeler çökecek, Tyson Foods veya Tayland temelli CP Group gibi büyük tavukçuluk firmaları zenginleşecekti. Şubat 2006 yılında, GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) işleri ile ilgilenen bir kuruluş olan GRAIN tarafından yayınlanan detaylı bir raporda; Tayland temelli CP Group ve diğer fabrika tavuk çiftliklerinin bulunduğu "nerdeyse her yerde kuş gribinin görüldüğü" açıklandı.


Monsanto Şirketi: Delta &Pine Land'ı Alıyor


2006 ağustosunda bir yaz günü, dünyanın büyük bir çoğunluğu tatil eğlenceleriyle meşgulken, Rockefeller Vakfı'nin yıllardır insan ırkını kontrol rüyasının son perdesinin gerçekleşmesi için bir şirket alımı gerçekleşti.


15 Ağustos 2005'de, GDO'lu şirket tarımcılığının Goliath'ı olan Monsanto Şirketi, Mississippi Scott'taki Delta & Pine Land'ı satın almak için yeni bir açık artırma ilan etti. Kapanış fiyatı nakit 1.5 milyar dolar idi. 1999 yılında aynı hamleyi denediği zaman, toplumun protesto fırtınası sonucu geri adım atmaya zorlanmasının aksine, bu sefer alım neredeyse fark edilmeden gerçekleşti. Monsanto'nun, Delta & Pine Land'i alması için düzenlenecek ikinci açık arttırmanın zamanı ile, Delta & Pine Land'in "Kısır Tohum"u (Terminatör) pazarlamaya hazır olacaklarını açıkladıkları zaman aynıdır.


Papa 16. Benedict'in Tepkisi: "Tanrının Yerine Geçme Çabası"


14 Nisan 2006'da Roma Katolik Kilisesi'nin en yüksek otoritesi Alman kökenli Papa 16. Benedict, net ve cesur bir demeçte bulundu ve genetik bilimcileri, Tanrı olmayı oynamakla suçladı. Papa, genetik mühendisliği alanındaki en son bilimsel gelişmeleri işaret ederek, Tanrı tarafından istenilen ve plânlanan yaşamın gramerini değiştirme teşebbüslerine karşı sert bir şekilde uyardı. Genetikçilere; "Tanrı olmadan, Tanrı'nın yerini almaya çalışmak riskli, tehlikeli ve delice bir cürettir" diyerek eleştirdi. Modern, sosyal, şeytani gelenekleri, keskin bir şekilde suçlayarak, bunların, insanlığı yok etme çabasında olduğunu söyledi.


16. Benedict daha sonra "aileyi ortadan kaldırmayı hedeflemiş şeytani bir gurur" olan "anti-genesis"den (yaratılış karşıtlığı) bahsetti. Bu, hayvan veya bitki olsun hayat biçimleri üzerinde kalıtım mühendisliği uygulaması hakkında kilise tarafından yapılan en güçlü ve açık suçlama idi. Bu durum, aynı kilisenin elemanlarının on yıldan fazla bir zamandır, Rockefeller Vakfı içindeki ve çevresindeki gurup tarafından (desteklenen ve finanse edilen insan üremesi üzerine gittikçe artan şiddetli saldırıya (John D. lll'ün Nüfus Konseyi'nden, Henry Kissinger'in NSSM 200'ü ve özel üretilmiş Tetanoz ile insanların gizlice aşılanmasına kadar) direnmeye yönelik önceki çabalarını destekledi. Birkaç kısa haber dışında Papa'nın yorumları, büyük küresel medya tarafından örtbas edildi.


" Nüfusu azaltımı" ve "genetiği değiştirilmiş mahsuller", aynı "büyük stratejinin parçaları" idi. Dünya nüfusunun haşin bir şekilde azaltılması; soykırım, tüm nüfus gruplarının sistemli olarak yok edilmesi, "dünyanın açlık sorununu çözme" adı altında çok bilinen kasıtlı bir politikanın sonucuydu. Henry Kissinger'in şu sözü herşeyi açıklıyordu:


"Petrolü kontrol edersen, ülkeyi kontrol edersin; gıdayı kontrol edersen, insanları kontrol edersin"


Derleyen: Hilal Nevruzoğlu


Kaynak: F. William Engdahl, Ölüm Tohumları, çev. Özgün Şulekoğlu, Bilim + Gönül Yy, Nisan 2009, İstanbul.

1900 YILLIK SIR ERDOĞAN'DA : Tarih: 24 Aralık 2012 Yer: Adana Türk, İngiliz ve İsrail ajanları yakın tarihlerinin en büyük kapışmalarındanbirisini yaşadılar. Bu kapışmadan Türkiye galip çıktı. Türk güvenlik güçleri, Adana'da 1900 yıllık deri üzerine el yazması 'Tevrat'ı ele geçirdi.


Türk, İngiliz ve İsrail ajanları tarihinin en önemli kapışmalarındanbirini yaşadılar. MOSSAD ve MI6'nın peşine düştüğü 1900 yıllık el yazması Tevrat, MİT operasyonuyla Başbakan'a ulaştırıldı.
Dinler tarihini değiştirecek bilgiler içeren Tevrat için Adana'da filmleri aratmayacak bir operasyon gerçekleşti.

MİT, tarihi kitabı satanlarla 40 milyona anlaşırken, buluşma yerinde pusuya yatan MOSSAD ve MI6 ajanlarını da müthiş bir manevrayla atlattı.

Bu soluk kesen macerayı Güneş gazetesinden Talat Atilla'nın yazısıyla öğreniyoruz: İşte o olayın arnıtıları...

Bu yazı ilk anda size şaşırtıcı gelebilir. Elbette yazacaklarıma ihtiyatlı yaklaşma hakkınız var ama okurken lütfen beyninizi bloke etmeyin.

Çünkü, uzun olmayan bir zamanda gerçekliğini göreceksiniz.

Tarih: 24 Aralık 2012
Yer: Adana

Türk, İngiliz ve İsrail ajanları yakın tarihlerinin en büyük kapışmalarındanbirisini yaşadılar.

Bu kapışmadan Türkiye galip çıktı.

Türk güvenlik güçleri, Adana'da 1900 yıllık deri üzerine el yazması 'Tevrat'ı ele geçirdi.

Adana'daki Tevrat operasyonu sonrasında Başbakan Tayyip Erdoğan öyle büyük bir ‘sır'ın sahibi oldu ki, bu sır açıklandığında,İsrail ve Yahudilerin kimyası bozulacağı gibi siyaset ve dinler tarihi de değişecek.

MOSSAD HİLTON OTELİ'NE KAÇTI

Filmlere taş çıkartan operasyon ve sonrasındaki gelişmeler şöyle yaşandı;

1900 yıllık el yazması Tevrat'ın varlığından aynı anda haberdar olan MİT, MOSSAD ve İngiliz Gizli Servisi MI6 Tevrat'ı ele geçirmek için aynı anda düğmeye bastı.

İSRAİL TEVRAT'I İMHA ETMEK İSTEDİ

Tevrat'ı özellikle İsrail istiyor, karşılığında da büyük bir servet öneriyordu.

Tevrat'ta İsrail ve Yahudileri yakından ilgilendiren çok önemli ‘sır'lar vardı.

Bu ‘sır' lardan haberi olan İsrail, deri üzerine el yazması Tevrat'ı alarak kendi aleyhlerine kullanılmasını engellemek için imha etmek istedi, ama bunu beceremedi.

İşi sağlama almak isteyen MİT, Tevrat'ı satacak kişilere 40 milyon teklif edince anlaşma sağlandı.

İNGİLİZLER KOMİSYON İÇİN DEVREYE GİRDİ

Bu pazarlığı öğrenen MOSSAD ve M16 mensupları da buluşma yerinde pusuya yattılar ama MİT elemanları onlara hareket kabiliyeti tanımadan Tevrat'ı ele geçirdi.

Operasyon sırasında MOSSAD ajanları Adana Hilton Oteli'ne kaçarken, M16 üyeleri konsolosluk aracıyla olay yerinden uzaklaşmak zorunda kaldılar. İngilizlerin, Tevrat'ı İsrail'e satmak için uğraştıkları, bu çalışmadan komisyon almayı planladıkları ileri sürüldü.

BAŞBAKAN ERDOĞAN DEVREDE…

Bu müthiş gelişmeler MİT tarafından anı anına Başbakan Erdoğan'a bildirilince, Başbakan, Tevrat'ın gizlice Ankara'ya getirilmesi talimatını verdi.

İbranice el yazması Tevrat'ı incelemeye alan Uzmanlar, 9 metre boyundaki gerçek Tevrat üzerindeki çalışmaları büyük bir güvenlik çemberi içinde sürdürdüler.

Tevrat'ı inceleyecek uzman ekibin oluşmasında da çok titiz davranıldı.

1900 yıllık Tevrat'ın incelenmesindensonra ortaya çıkan sonuç şok ediciydi. Çünkü, 1900 yıllık Tevrat'la bugün ki Tevrat aynı değildi.

Yani, İsrail'in bugün kullandığı Tevrat'ın tahrif edilmiş Tevrat olduğu ortaya çıktı.


BULUNAN TEVRAT KUR'ANI DOĞRULUYOR

Bilindiği gibi Kur'an, Tevrat'ın kelimelerin ve anlamlarının değiştirilerek tahrifat yapıldığını yazar.

Yahudilerin Tevrat'ta yaptıkları değişiklik, Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır:

"Yahudilerin bir kısmı, kelimeleri yerlerinden değiştirirler. Ve dillerini eğip bükerek işittik ve karşı geldik derler…"

Nisa Suresi- 46 Ayet

1900 YILLIK TEVRAT'TA DA BELGELENDİ: HZ. MUHAMMED SON PEYGAMBER

1900 yıllık tahrif edilmemiş Tevrat'ta İsrail oğullarının dini ve siyasi anlayışlarına dayanak yaptığı bazı unsurların doğru olmadığı ortaya çıktı.

Ve hepsinden daha önemlisi, tahrif edilmemiş Tevrat'ta son peygamberin Hz. Muhammed olduğu açıkça vurgulanıyor.

EN GEÇ 1 YIL İÇİNDE AÇIKLANIR

Deprem etkisi yapacak bu gelişmeyi, Dünya'ya anlatmak için uygun bir zamanlama muhakkak bulunacaktır. Bana göre 1 yıla kalmadan açıklanır.

Bu konuda Başbakan Erdoğan'ın dışında hiç kimsenin bir açıklama yapacağını sanmıyorum.

Çünkü, Tevrat'ın Kur'an'da söylendiği gibi tahrif edildiği, son peygamberin Hz. Muhammed olduğunun, 1900 yıllık tarihi bir belge ile ispat edilmesi, dünyada, dini olduğu kadar, siyasi, ticari ve sosyolojik tüm dengeleri de değiştirecektir.

Bu yazımın doğruluğundan hiç şüphem yok ama hükümet, bazı denge ve zamanlama unsurlarından dolayı yazımı şimdilik doğrulamayabilir.

Hatta yazımda sözü geçen bazı güç unsurlarından baskı da gelebilir ama tarihe not bırakmanın lezzetini yaşamak istedim.

Biraz sabırlı olursanız yazdıklarımın doğruluğunu göreceksiniz.



14 Temmuz 2015 Salı

Ayetullah Sistani: ‘Ehlisünnet bizim kardeşimiz değil, özümüz ve canımızdır : Şia ve Sünniler arasında gerçek bir ihtilaf bulunmamaktadır.


Irak’ta yaşayan dünyaca ünlü taklit mercilerden Ayetullah uzma Seyyid Ali Sistani, Irak’ta mezhepler arası kargaşa ve çatışmanın doruk noktasında olduğu dönemlerde Sünni ve Şiaların düzenlediği konferansa gönderdiği mesajında Ehli Sünnet ve Şia arasında gerçekte hiçbir fark ve ihtilafın olmadığını belirterek Ehli Sünneti özü ve canı olarak nitelendirdi.

Ayetullah uzma Seyyid Ali Sistani, Irak’ta mezhebi ihtilafların zirve yaptığı ve ülke bir mezhep ve iç savaşla karşı karşıya kaldığı 2007 yılında Necef-i Eşref’te Sünni ve Şia ulemaların düzenlediği konferansa İslami vahdet doğrultusunda çok değerli bir mesaj göndermişti.

Ayetullah uzma Seyyid Ali Sistani’nin haber ulaştırma ofisi tarafından okunan mesajda şu ifadelere yer verilmişti:

“Şia ve Sünniler arasında gerçek bir ihtilaf bulunmamaktadır. Ben tüm Iraklıların hizmetçisiyim. Ben, tüm halkı seviyorum. İslam dini, muhabbet ve sevgi dinidir. Düşmanların İslam mezhepleri arasında tefrika çıkarmayı başardığından dolayı oldukça şaşkınlık içindeyim.”

Ayetullah Sistani mesajının devamında şöyle buyurmaktaydı: “Bu tür konferans ve oturumların düzenlenmesi çok önemli ve faydalıdır. Herkes, Müslümanlar arasında gerçek bir ihtilafın olmadığı noktasında birleşmektedir. Şia ve Sünniler arasında sadece fıkhı konularda farklar bulunmaktadır.”

Ayetullah Sistani Şialara özel tavsiyede bulunarak şöyle buyurmuştu: Şialar, ehli sünnetten daha çok onların sosyal ve siyasi haklarını savunmalıdır. Bizim vahdet ve birlikteliğe davetimiz sağlamdır. Ben, defalarca söyledim ve söylüyorum ki Sünnilerin kardeşimiz olduğunu söylemeyin, bilakis onlar bizim özümüz ve canımızdır. Ben, Sünnilerin Cuma vaazlarını Şiaların Cuma vaazlarından daha çok dinlemekteyim.”

Ayetullah uzma Seyyid Ali Sistani, Arap ve Kürtlerin arasında hiçbir farkın olmadığını ifade ederek şu ifadeleri kullanmıştı: “Ben, fıkhi araştırmalarda Ehli sünnetin fetvalarını hatırlatırım, bizler Kabe’de, namazda ve oruçta biriz. Diktatörlük döneminde bana Şia olduklarını söyleyen bazı Sünnilere neden Şia olduklarını sorduğumda Ehlibeytin (a.s) velayetini kabul ettiklerini vurguluyorlardı. Ben onlara ehli sünnet ulemasının Ehlibeyt (a.s) velayetini savunduklarını söylüyordum.”

Mesajın sonunda şu ifadelere yer verilmişti: Sünni yurttaşlar, Şialar gibi kabirlerde toplu olarak diri diri gömüldüler. Ben hakkını arayan herkesin savunuculuğunu yapacağım.”

islamivahdet.com

27 Haziran 2015 Cumartesi

FİKRİ OLAN MUCİDE ÜRETİM ÜSSÜ HAZIR : 7 yaşından 70 yaşına kadar fikrini ürüne dönüştürmek isteyen araştırmacılar FabLab olarak adlandırılan laboratuvarlarda kendi prototiplerini geliştirecek, dünyadaki tüm buluşları görebilecek ve kendi buluşunu anında dünya pazarına sunabilecek.


Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, 7’den 70’e tüm araştırmacıların, kendi fabrikaları gibi kullanabilecekleri dijital üretim ve tasarım laboratuvarlarını kurmaya başlayacaklarını söyledi.

Ankara’da soruları cevaplayan Işık, Türkiye’nin en büyük zenginliğinin insan kaynağı olduğunu vurguladı. Işık, ülkede, “ortaya yeni bir şeyler koymak” adına büyük bir potansiyel olduğunu ancak bu potansiyelin yeterince değerlendirilemediğini dile getirdi.

HER YAŞA AÇIK

Işık, 7’den 70’e tüm araştırmacıların, kendi fabrikaları gibi kullanabilecekleri dijital üretim ve tasarım laboratuvarlarını kurmaya başlayacaklarını belirterek, “Fikrini ürüne dönüştürmek isteyen araştırmacılarımız, FabLab olarak adlandırılan bu laboratuvarlarda kendi prototiplerini geliştirecek, dünyadaki tüm buluşları görebilecek ve kendi buluşunu anında dünya pazarına sunabilecek. Amerika ve Avrupa başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında 400’ü aşkın sayıda olan bu laboratuvarlar, girişimcilerimiz için önemli bir fırsat olacak” dedi.

Küresel FabLab ağına üye olacak bu yapıların, herkesin erişimine açık olacağını ifade eden Fikri Işık, söz konusu laboratuvarların hem yerel girişimcilerin uluslararası buluş ve icatlara erişimini sağlayacağını hem de uluslararası araştırmacıları da ağ yoluyla Türkiye’deki araştırmacılarla işbirliği yapmaya teşvik edeceğini kaydetti.

BİLİM MERKEZLERİNDE HAYATA GEÇECEK

İlköğretimden üniversiteye kadar tüm öğrenciler ile yenilikçi ve yeteneği olan tüm girişimci ve araştırmacıların yararlanabileceği laboratuvarların, ilk etapta bilim merkezlerinde kurulmaya başlanacağını anlatan Bakan Fikri Işık, sonraki aşamalarda ise laboratuvarların üniversitelerde, organize sanayi bölgelerinde ve teknoloji geliştirme bölgelerinde yaygınlaştırılacağı bilgisini verdi.

ÜRÜN FABLAB'LARDA 3 BOYUTLU OLARAK YAZICILARDAN ANINDA ÇIKARILABİLECEK

FabLab’ların tıptan mühendisliğe, mimarlıktan sanat tasarımına, enerji ve çevre çözümlerinden akıllı şehir sistemlerine, sağlıktan emniyet ve güvenliğe kadar birçok alanda kullanılabileceğini belirten Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, “Yapılan ürün anında 3 boyutlu yazıcılardan çıkarılacak. Bu laboratuvarlarımızın sayısı bugün üç. Ancak tüm ülkeye yayılacak” dedi.

AK Parti üzerinden Erdoğan ve gerçekte Türkiye düşmanlığı

Ülkemizde bir takım medya kuruluşları, bir takım meslek kuruluşları ve ülkede dikili bir ağacı bile olmayan muhalefet, ısrarla “başkanlık sarayı” üzerinden Erdoğan’a saldırmayı alışkanlık haline getirdiler.


Birlik, beraberlik, kardeşlik içerisinde çok daha büyük ve itibarlı, bölgesinde daha etkin bir Türkiye’yi inşa etmeyi amaçlayarak ülkemizin gücüne ve şanına yakışır bir başkanlık kampüsü yaptığı için Erdoğan’a yönelik nefret dili aralıksız devam ediyor.

Ülkeyi yönetme hakkının efendileri tarafından kendilerine verildiğine inanan, iflah olmaz bir aşağılık kompleksi ile malul olan seçkinler ve “kiralık kirli kalemler”in örgütlü bir tarzda ve bir süredir işledikleri Erdoğan karşıtı tezler, İsrail lobisinin tebessümleriyle zirve yaptı.

Halkın seçtiği ilk reis-i cumhuru saraydan indirmekten, bütçesini kısıtlamaktan, sarayı utanç müzesi yapmaktan söz ediyor, asmayacağız, hapsedeceğiz diye abuk sabuk laflar edebiliyorlar.

Vesayet rejiminde kendi gelecekleri için kontrol edilebilir istikrarsızlığı sağlayıp, bu millete, kan, gözyaşı, yolsuzluk, ekonomik yıkımla yüklü 90’lı yılları yaşatan beyaz Türkler ve paralel yapı özellikle son dönemde Başbakan Tayyip Erdoğan’a karşı akıl ve mantıkla izahı mümkün olmayan bir öfke nöbeti yaşıyorlar.

Son yemin töreninde Cumhurbaşkanımızın meclise girişinde muhalefetin yabancı misyon şeflerinin gözü önünde her türlü insanî ve millî refleksten yoksun bir saygısızlık örneği sergileyerek ayağa kalkmamaları bir başka insani ve milli olmayan tavırdı.

Milli iradeyi temsil makamında olan kişilerin milli iradenin tecessüm ettiği bir şahsa ve makama karşı gösterdikleri bu saygısızlık, yeni dönemde diyalog ve uzlaşı üzerinden inşa edilmesi gereken demokratik siyaset dilini de ilk günden zehirleyen bir davranıştı.

Türkiye’yi, dünyanın yükselen yıldızlarından biri yapan… IMF’yi ülkeden kovan… Sağlıkta devrim yaparak dünya standardını yakalayan… Avrupa’da iflaslar devam ederken ülkemi ekonomide dünyanın en iyileri arasına sokan… Anaların ağlamaması, ülkenin hiçbir evladının kanının akmaması için çözüm adına baldıran zehri içmeyi göze alan… Bu topraklarda yaşayan her iki kişiden birinin duasını alan Tayyip Erdoğan düşmanlığı tek sermayeleri kaldı.

Türkiye’ye çağ atlatarak Marmarayları, hızlı trenleri, Kanal İstanbulları, tüp geçitleri inşa eden, kendi helikopterini, topunu, silahını yapan iktidar üzerinden Erdoğan ve gerçekte Türkiye hedef halindedir.

Dün Osmanlı’yı çökertmek için, Abdülhamid Han’a kurulan dış kaynaklı kumpaslar, oluşturulan koalisyonlar bugün 2071 hedefleri olan iktidara ve lideri Erdoğan’a, gerçekte ise Türkiye’ye kurulmaktadır.

Yahudi-Haçlı ortaklığı ve maşaları paralel yapı önce Türkiye’yi sonra da İslam dünyasını ayağa kaldırmak istediği için Erdoğan’dan kurtulmak istiyor. Çünkü Müslüman ya da İslam imajı Erdoğan’la beraber daha itibarlı hale geldi.

Bu kirli koalisyon Tayyip Erdoğan’ı, ulusal çıkarlarımız gereği Ortadoğu’da, Afrika’da dünyanın sahipleri ile birlikte hareket etmediği ve Türkiye’yi yalnızlaştırdığı iddiasıyla acımasızca suçluyorlar. Yani, Erdoğan katliamlara ortak olmadığı için çok kızgınlar…

AK Parti iktidarı kendileri adına Türkiye’de nöbet tutanların düzenine çomak sokup tasfiyeler yaptıkça, medyatik yanıltma ve düşmanlık dilinin dozajı da arttı. Burada tekrar altı çizilmesi gereken husus, Erdoğan ve AK Parti düşmanlığının başından beri tek anlamının Türkiye karşıtlığı olduğudur.

Hem içte, hem de dışta Erdoğan’ın tek hedef haline getirilmesinin anlamı çok açık. Erdoğan’ın kellesini isteyenler, aslında ülkenin uyanışını, dirilişini ve yeniden dizaynını isteyen duruşu, AK Parti’yi AK Parti yapan ruhu istiyorlar. 




O diriliş, uyanış duruşu, o ak ruh ele geçirilebilirse tehlikenin ortadan kalkacağını, AK Parti’nin tehlike olmaktan çıkacağını, renksiz, kokusuz, ruhsuz bir politik hareket haline geleceğini, dünya müesses nizamı tarafından ehlileştirilip kontrole alınabileceğini biliyorlar çünkü.

2002’den bu yana vesayet rejiminin bütün barikatlarını yıka yıka güçlenerek yürüyen bu büyük halk hareketini durdurmanın tek yolunun bu olduğunu görüyorlar.

Liberaller, ulusalcılar, Kemalistlerin paralel yapıyla şimdilerde oluşturduğu yeni ittifakın şifresi aslında Erdoğan düşmanlığında düğümleniyor. Malum, vesayetçiler AK Parti iktidara geldiği günden bu yana bütün demokratikleşme adımlarına, vesayet sistemiyle mücadeleye şiddetle karşı çıktılar.

Yeni bir anayasayla, başkanlık sistemiyle Erdoğan’ın liderliği ülkeye çağ atlatacak, Türkiye’nin bileğini kimse bükemeyecektir. Bunu gören ve bilen dış şer güçler tekrar devreye girip Erdoğan’ı hedef tahtasına oturttular. Türkiye’nin büyümesi, kendine yetmesi İslam âleminde ve bölgede yeni baharların habercisidir.

Silahlar susacak, çözüm süreci başarıya ulaşacak diye kuduran, çıldıran, aman barış gelmesin diye panikleyen ve ülkeye verebilecekleri hiçbir şey olmayan bütün muhalif çevrelerin ellerinde kalan tek sermaye Tayyip Erdoğan düşmanlığıdır.

Bu milletin derdiyle dertlenmeyenden bu ülkeye de bu millete de hayır gelmez.

Erdoğan, büyük hayalleri ve büyük hedefleri olan ve bu hedeflere doğru koşan bir lider olduğu için, yaşadığı dönemin ruhunu kavrayabildiği, mevcut paradigma harici düşünceleri olduğu ve eski kalıpları değiştirmeye cesaret edebildiği için tarih yazıyor. O yüzden de vazgeçilmiyor.

İç ve dış şer güçlerinin vazgeçtiklerine bizim sahip çıkmamız ülkemize, milletimize, ümmetimize sahip çıkmakla eşdeğerdir. Yarınlar elbet bizim elbet bizimdir…



YENİ AKİT / Burak Karen




Kim neyi niçin savunur .


İslam, her alan ve her konuda ilkeleri ve beyanları kendine özgü olan müstesna bir sistemdir. Müslümanlar bu şuuru hiçbir zaman kaybetmemeliydiler, ama kaybettiler.

Hayat boşluğu kabul etmediği için, İslam toplumu batının atık maddelerini yüksek değerler olarak algıladılar, aldılar ve ilâhî değerlerden boşalan hayat iklimlerine yerleştirdiler.




Birkaç asırdan beridir tamamen batı kültür ve medeniyeti etkisi ve baskısı altına giren İslam coğrafyasının yazar ve çizerleri “uzak yerin somununu büyük görünür” vecizesinde olduğu gibi haddinden ziyade batı değerlerini şişirdiler daha büyük göstermeyi başardılar.

Uzun süre batının medeniyetinden dem vurdular, İslam dünyasının geri kalmışlığını İslam’a fatura ettiler. Bilgi yoksunu, fikir kaçkını, din düşmanı kof bir nesil yetiştirmeye yeltendiler. Kısmen de olsa başarı sağladılar.

Hiçbirinin düşüncesini, bir başkasının kabul etmediği filozoflar tasarımlarını hikmet diye yutturdular. İmanını kaybeden, Kitabını reddeden ve kendi değerlerine zıt ve düşman bir neslin yetiştirip güçlenmesine vesile oldular.

Jöntürklerin ve karanlık zihniyetin temsilcilerinin sayesinde birçok bâtıl kavram İslam âleminin ufkuna saldılar ve kara bulutlar gibi yoğun halde kasavet yerleştirdiler.

Batı medeniyeti sahipleri ve savunucuları, demokrasi, laiklik, halkların özgürlükleri temalarını işlediler. Kendi değerlerinden tamamen uzaklaştılar. Bu anlayış İslam atmosferine öylesine yerleşti ki masum milletin iman mekanizmasını karıştırdı ve ruh dünyasını kararttı.

Altı asırlık büyük ve güçlü devletimiz çöktü ve yerine “cumhuriyet” adında bir küçük devlet kuruldu. “Cumhuriyet” kavramı kurucuları ve destekçileri bununla yetinmedi, buna bir yama yapma gereği duydular. Bundan sonra bir de “laiklik” eklendi, o da yetmedi, “demokrasi” de devreye sokuldu. Bunların tadına doyamadılar “sosyal devleti” de ihmal etmediler.

Farkında mısınız? Cumhuriyet sistemi ile kurulan devlete biraz daha payanda verdiler ve daha etken (!) vasıflar kazandırmaya çalıştılar ve “demokratik laik ve sosyal hukuk devleti” diye bir kavram ile devleti şekillendirdiler.

Demokrasi gereği, particilik yerini almakta gecikmedi. Bir asra varan süreçte toplum gittikçe ayrıştı ve birbirlerine zıtlaştılar, aralarına “kırmızı çizgiler” çektiler. Aşırılaştılar birbirlerine zıtlaştılar. Birinin ak dediğine diğerinin mutlaka kara demesi zorunlu teamül haline geldi.

Pekiyi bu toplum, “komşusunun aç yatmasından” sorumlu tutulduğu ve bundan derin bir acı duyduğu bilincini nasıl kaybetti? Özellikle devleti adeta hortumlama yarışına katılmak için neden sınır tanımaz ve inanılmaz ölçülerde hırçınlaşarak kendi öz değerlerini yok sayar duruma düştüler!

Hani, bütün müminler kardeşti, hani garptaki mümin şarktaki mümin kardeşinin derdi ile ilgilenecekti. Hani, bütün müminler birbirlerini tutan ve dimdik ayakta duran bir binanın elemanları gibiydiler. Hani, kendilerinin ihtiyaçları olmasına rağmen muhtaç mümin kardeşlerini tercih edip kendi haklarından vazgeçeceklerdi. Hani bütün müminler içinkanaat bitmeyen hazine olacaktı. Hani Müslüman, devlet malını kullanırken yüreği titreyip ihtiyacından fazlasına el uzatmayacaktı. Hani mümin yaptığı hizmeti yalnızca Allah rızası için yapacaktı. Hani müminler tefrikadan uzaklaşıp birbirlerini her meşru işte destekleyeceklerdi. Hani faiz alış veriş hususunda yalnızca Allah’ı ve Resulünü dinleyeceklerdi. Hani Kur’an ve sünneti vazgeçilmez ilke edineceklerdi? Hani? Hani?

Hani “karz-ı haseni” işletip mümin kardeşlerini, kahredici ihtiyaç içinde bırakmayacaklardı?

Hani “benim karnım tok olsun da başkası acından ölürse, bana ne” demeyeceklerdi?

Hani hiç kimse hiç kimseyi istismar etmeyecekti? Hiç kimse hakkaniyet çizgisini aşmayacaktı? Hani zengin çalıştırdığı insanın alnındaki teri kurumadan ücretini verecekti. Hani? Hani?

Bütün bunların temelinde kaybettiğimiz manevî değerler ve onların oluşturduğu boşluğu dolduran batı’nın zehirli atıkları ile müslümanda kişiliği yıktılar. Ondan önce de müslümanların görmezlikten geldikleri ve kulak ardı ettikleri mübarek ve muhteşem temel değerlerin ihmali vardır.

Bütün bu ifadeleri aydınlatacak ve hakikati gözler önüne serecek muazzam bir ilâhî beyan var;

Sizin aranızdan seçilen, öncülük yapan, hayra davet eden, maruf ile emreden ve kötü olan her şeyden alıkoyan bir ümmet (lider kadro) olsun (seçin). İşte onlardır o dünya ve ahiret mutluluğuna erenler. (Ali İmran: 3/140) Ya bunu kabul etmeyenler..?



Artçı uyarılar


7 Haziran genel seçimlerinin akşamında nasıl da sevinmiş, şımarmış, hezeyanlar anaforuna kapılmışlardı. Hiçbir sosyolojik karşılığı bulunmadığını kendileri de bildikleri halde yalancı zaferlerine, nasıl kaf dağından ağır anlamlar, misyonlar yüklemişlerdi. AK Parti iktidarı sonlanmıştı, vehimlerine sarmaladıkları zanlarına göre. Tayyip Erdoğan bir daha kalkamayacak şiddette yere yıkılmıştı. Yakında Cumhurbaşkanlığı sarayını terk etmek zorunda kalacaktı. Yüce Divan’da yargılanacak ve sahte mesihin bütün öngörüleri bir bir zuhur edecekti. Onlar, kıyamete kadar sürecek iktidarın temsilcileri olarak idareye el koyacaklar, sadece Türkiye’yi değil, gün gelecek bütün dünyayı yöneteceklerdi.

Ama yine olmadı. Tuttukları fallar, öngördükleri kehanetler, üç gün sonra realitelerin aydınlatıcı tayflarıyla uçup gitti ve onları yine hezimetin acımasız ellerine teslim etti. Makyajı aktığında bütün çirkinliği ile sırıtan acuzeye döndüler. Yağmur bekledikleri kara bulut başlarına azap yağdırmıştı. Mekr-i İlahinin tuzağına düştüklerini geç anladılar.

Denizin yarılıp Musa’ya yol olacağını Firavun nerden bilsin. Sebepleri tanrılaştıran nadanların, ilahi inayetin, ilahi yardımın sebeplerin sükut ettiği zaman dilimlerini gelişine vesile yaptığını anlamalarına hiç imkan, kavramalarına hiç ihtimal var mı? Yaptığı ve yaptırdığı yanlışlar karşısında, tövbe edip Rabbine yöneleceğine, temerrüt edip şer ittifaklara yönelen bir insanın hal-i pür melalini resmeden görüntüler, hidayetten mahrumiyetin insanı nasıl bir zulmet bataklığına fırlatıp attığının ibretlik göstergeleri iken, hâlâ ona umut bağlayanların, haydi dinle, imanla demeyeyim ama hiç olmazsa akl-ı selimle uzaktan- yakından bir irtibatlarının kaldığı iddia edilebilir mi?

Sanki, Türkiye’de başlatıp sonra bütün dünyaya yaydıkları en lüks otellerde verilen iftar yemeklerine ev sahipliği yapıp milyonlarca dolar harcayan; yine en lüks otellerde en pahalı menüler eşliğinde toplantılar tertipleyen kendileri değilmiş gibi, nasıl da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, devleti temsil ettiği makamında, başta Diyanet İşleri Başkanı olmak üzere, ülkemizin en saygın din ve ilim adamlarına verdiği mütevazı iftara saldırdılar; kendi harcadıkları paraların mikyasıyla bir sürü yalan uydurdular, bir sürü bühtan ve iftirada bulundular. Mesele verilen iftar mıydı, yoksa bu iftarın Recep Tayyip Erdoğan tarafından eski-yeni Diyanet mensuplarına ve seçkin ilahiyat alimlerine verilmiş olması mıydı? Ağızlarından saçılan salyaların kokusu ikinci şıkkı işaret ediyor. Bu hal, bir kokuşmuşluk, bu durum manada bir bitmişlik eseridir.

Behey manadan nasipsizler! Emniyette polis şefi olabilmek uğruna feda etmediğiniz dini ve ahlaki değer kalmayan sizler; vali-kaymakam makamında kalabilmek için yapmadığınız melanet bırakmayan sizler, yargı ve askeriyeye yerleşebilmek adına şeytanları dahi utandıracak kadar insani değerlerinizden firar etmiş sizler; en küçük bürokratik mevki hatırına, hakkın bütün hatırlarını ayaklar altına alıp çiğneyen sizler; biraz bitiniz kanlanınca işi hemen metresleri çoğaltmaya götüren ve hiçbir aile hukuku tanımayan sizler; evet bütün bu müptezellikleri sadece kendinde bırakmayıp aile ve yakın akrabalarına kadar taşıyan sizler, nasıl utanmaz bir yüzle, İstanbul gibi bir dünya şehrinin belediye başkanlığından Başbakanlığa, oradan Cumhurbaşkanlığına yükselmiş ve bu uzun çizgide dininden, milli ve manevi değerlerinden zerre kadar taviz vermemiş, başta ne ise hep öyle olmuş, öyle kalmış bir şahsiyete din adına söz söyleme cesaret ve cüretinde bulunuyorsunuz? İşlediğiniz cürüm, düştüğünüz durum itibariyle, dünyada din adına konuşacak en son insanlar bile artık sizler değilsiniz, bu haliniz devam ettiği sürece de ebediyen olamayacaksınız.

Yaptığınız bütün bedduaların, okuduğunuz bütün kahriyelerin, sihir ve büyü adına işlediğiniz bütün alçaklıkların başınıza nasıl sel sel bela ve musibet olarak döndüğünü ve bu sefil halinizin size hem dünyada, hem de ahirette nasıl kötü akıbetler hazırladığını hiç olmazsa yaşadığınız ard arda hüsranlar vesilesiyle görün, uyanın. Uzun yıllardır terk ettiğiniz kutsi değerlerinize geri dönün. Kendi uydurduğunuz mazeretlerin arkasına saklanma sapıklığından vazgeçin. Dini, dünyevi maksatlara vesile olsun diye değil, dini, din olduğu için yaşayın.

Recep Tayyip Erdoğan’a düşmanlığınızın gerçek sebebini artık herkes biliyor. Siz aslında onun değil, milli değerlerin ve milli iradenin düşmanısınız. En azından bu milletin düşmanlarının ödün kabul etmez dostusunuz. Ama şunu bilin ki, sizinle mücadele, bütün bir millete mal olmuş mücadeledir. Bu millet, yurdunda son ocak tüttüğü sürece sizinle mücadelesine devam edecektir. Depremleri yaşadınız, şimdikiler artçı uyarılar. Uyanmazsanız, kıyametiniz çok yakın demektir. Vaat edilen vaktiniz sabahtır. Ayetteki soruyu hatırlayın ve ürperin: Sabah yakın değil mi?

YENİ AKİT / Latif Erdoğan



Yoksa şeytanın ortağı aramızda mı?



İklimler değişiyor. Karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor, kutuplarda buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor, orman yangınları artıyor, buzul tabakaları parçalanıyor, göller küçülüyor, kurak dönemler uzuyor, ırmaklar kuruyor. Kış sıcaklıkları artıyor, ilkbahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor, bitkiler erken çiçek açıyor, hayvanların göç dönemleri değişiyor, yaşama alanları farklılaşıyor, kıyı şeritleri erozyona uğruyor, mercan resifleri ağarıyor, kar yığınları azalıyor, bulut ormanları kuruyor, hastalıklar yayılıyor, yüksek enlemlerde sıcaklık artıyor... Dünyaya neler oluyor?


Türlü aldatmacalar ve hilelerle kendisini insanlara farklı şekilde tanıtanlar, kitleleri en usta numara, felsefe ve bilimsel yalanlarla güden ve sömürenler, insanları fikren iğdiş edip kendi sistemlerinin kulu ve kölesi yapanlar… Allah’a iftira atıp, şeytana çalışanlar… Peki, kim bunlar?

Yeryüzünde her kıtada kan, gözyaşı, vahşet ve şiddet var. Medeniyetler çatışıyor, hak batıl mücadelesinde mazlumların sesleri arşa yükseliyor. Kıyamet mi yaklaşıyor, mehdi ve deccal mı zuhur etti?

Kıyamete yakın çıkacağı öngörülen en büyük fitne, Allah adına hareket ettiğini de iddia edip insanları ayartacak, kendine bağlayıp, saptıracak olan son ve en büyük musibet, şeytanın yardımcısı güçlü ve kötü ruh Deccal mı aramızda?

Ahlaksızlığın, karmaşanın, savaşların, çatışmaların çok yaygınlaştığı, terörün, cinayetlerin ve şiddetin günlük hayatın parçası haline geldiği bir dönemde doğudan gelecek ve Müslümanlar bir şehirde ortaya çıkacak, kırk günde dünyayı dolaşıp Mekke, Medine ve Mescid-i Aksa’ya giremeyecek Deccal bütün bu fitne fesadın sebebi mi?

Fitneyi en büyük koz olarak kullanan Deccal, medeniyetin zevk ve eğlencelerini, nefsin hoşuna gidecek her şeyi taraftarlarının, dostlarının önüne serer, onları makam, mevki ve maddî imkânlarla el üstünde tutar, refah ve saadet sunar. Kendini tanımayan kimseleri yokluk, azap, işkence ve sıkıntılara atar, hayatlarını zindana çevirir.

Bediüzzaman’ın belirttiğine göre ise Deccal bir kısım padişahlar gibi kuvvet, kudret, kabile, aşiret, cesaret ve servet gibi bir saltanat vasıtası olmadığı halde, zekâveti, fenni ve siyasî ilmiyle mevkii kazanır. Ve aklıyla birçok âlimin aklını emri altına alır, etrafında fetvacı yapar. Birçok öğretmenleri de kendine taraftar eder, din derslerinden soyutlanan millî eğitimi rehber edip tamimine şiddetle çalışır. (Şuâlar, s. 504.)

Dikkat çekmeden, yavaş ve derinden faaliyet gösterecek Deccal ve taraftarları için gizlilik esas olacak, bu amaçla “gizli teşkilatlardan” destek alacak ve bu gizliliğin bir gereği olarak, derin devletler oluşturup onların başına geçecek, adeta “görünmez bir güç” gibi hareket edecektir. Bu sayede sinsi bir şekilde bozgunculuğu organize edecektir.

Çok dilbazdır. Kandırmayı ve demagojiyi iyi bilir. Sahtekârlığı, sinsiliği ve oyunculuğu iyi bilir. Yüze güler fakat çok kahpedir. Sistemli bir şekilde plan hazırlar. Fakat sonunda kendi oyunu kendi başına geçerek belasını bulur.

Düşünüyorum da bütün bu anlatılan yaşananlar değil mi? Devam ediyorum…

Deccal barışa hizmet ettiğini, evrensel değerleri koruduğunu söyler. İnsan haklarını savunucu haliyle mümin rolünde görünür. Deccal bu dini ve insani değerleri savunduğunu söylerken diğer taraftan tam tersini uygulamaktadır.

Deccal adaleti sağladığını söyler ancak adalet sadece kendi taraftarlarınadır. Yani adaletsizlik diz boyu yükselir. Barışa hizmet ettiğini söyler ancak her savaşın ardından o çıkar. İnsani değerleri ve yardımlaşmayı basit örneklerle gösterirken diğer taraftan kaosta, karmaşada ve bozgunculukta başroldedir.

Deccal mutlaka tek gözlüdür. Körlük, gözünün ilahi gerçeklere kapalı olması anlamındadır, yani kalp gözü kördür. Mevlâna “İnsan hevâ ve gazap sebebiyle kör olur” derken bu körlüğün başka bir yönünü nazara verir. Bediüzzaman ise Deccalın yalnız münhasıran bu dünyayı görecek bir tek gözü var ve akıbeti ve ahireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder, yani iman gözü, gözünün hidayet ışığı kapatılmış, kalbi mühürlüdür der.

Deccal hurafelerin, yalancılık ve kötülüklerin sembolüdür. Deccal toplumda fesat ve anarşinin yaygınlaşmasına çabalar.

Deccal Yahudi’dir. Yahudi severliği, Yahudi koruyuculuğu ile Yahudi olduğunu anlamak mümkündür.

Deccalın çocuğu yoktur. Belki de hiç evlenmediği için çocuğu olmayacaktır.

Deccalın boyu çok büyüktür. Tamamen maddeci, tabiatçı, kendinde bir nevi sahte tanrılık tahayyül eden, kendine rükûa vardırır gibi boyun büktüren Deccalın boyunun büyük olması, iktidar ve icraatının büyüklüğüne, maddî ve siyasî gücünün fazlalığına işaret eder.

Deccal, rüzgâr gibi hızlıdır. Halka yalan vaatlerde bulunur, onlara mutluluk söz verir ama mutsuzluğu getirir. İnsanların nefislerine hitap eder, gerekirse onları çeşitli yöntemlerle ikna eder. İkna olmayanları ise sindirirler.

Deccal dini ve siyasi yönden çok güçlü olacak, kendisini çok nazik biri olarak gösterecek ve Dünya’nın ilgisini toplayacaktır.

Son günlerde ülkemizde yaşanan olaylar ve oluşan gerilim ortamı, hadislerde zuhur eden fitnede sanki deccalın parmağı var gibi.

Firavunların, nemrutların yapamadığı tahribatı yapan Deccalı tanırsak onun şerrinden korunabilir, manevi dünyamızı tehlikelerden kurtarabiliriz.

YENİ AKİT / Burak Karen